12 Nisan 2011 Salı

Reşat Ekrem’in Cumhuriyet Gazetesi ilavesi olarak çıkarttığı büyük boyda İstanbul ekleriyle başlayan bir okuma merakı.. Nedret Bey tarihi...

Her yazmayı bilen, okumayı bilen insan arasında yeti farkı olur. Belki de bundan herkes sahaf olamaz. Belki de bundan her kitap herkes için değildir. Yazmanın sınırları ile okumanın sırları da benzer değildir. İyi okur, fakat yazamaz.

Yazar yazar, yazdığı edebiyat olmaz, yazınsal metin olmaz. Okur okur da her okuduğunu, algı dağarına eşit oranda alamaz. Kitap insan ilişkisi, yeme/içme, insan ilişkisi gibi sanılır. Her insandaki yeme/içme güdüsü gibi belirti verir ilk başta okuma yazma olayı da. Böyle sanılır. Böyle olmadığını söyleşiler ilerledikçe görüyoruz.

Örneğin ben yüz metreyi beş dakikada yüzemem. Böyle ise eğer yeti, yetenek, beceri ne ise her insanın yaratılışı ile sınırlanan bir durum da olmalı. Belki de en iyisi burada hemen durmalı bu konu. Fakat şunu söylemeden pes etmem. Şöyle ki sınırsız okur, okumanın sınırını aşıp geçer, üç günde bir kitap devirir ‘hatmeder’ fakat yazamaz.

Kişi vardır günlerce dur duraksız aralıksız, akışkan su gibi konuşur, söz coşar, mangalda kül kalmaz, gel bir mektup yaz dersin, nasıl olursa olur yazamaz. Soruyorum! Herkes neden sahaf olamaz? Sorunun yanıtı gelecek umuyorum. Söyleşiyi birlikte izliyoruz...
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 12 Nisan 2011, StockholmNedret Bey, ‘Adolf Hitler’in Kavgam’ını o çocukluk aklıyla.. onu okumaya başladım,’ dedin. İkinci kitap ne oldu, bir edebiyat kitabı olamadı mı?

Eee şöyle, daha sonra, daha sonra, birtakım, şimdi tam ismi hangisi.. hangisini daha önce, hangisini daha sonra okudum diye söyleyemem.. birtakım İstanbul tarihiyle ilgili kitapları okumaya başladım. Bunlardan bir tanesini zevkle, hani satır satır olmamakla birlikte çok uzun zaman içersinde iki de bir geri dönerek çevirerek evirerek, ‘Tarih Boyunca İstanbul’ diye bir kitap vardır, Reşat Ekrem Koçu’nun kaleme aldığı ve Cumhuriyet Gazetesinin bastığı, büyük... boy birşey...

Tamamlanmamış ansiklopedi gibi bir şey var, ben de bir iki sayı buldum ve aldım.. o mu acaba...

Yok! O İstanbul Ansiklopedisi, bu, Reşat Ekrem’in Cumhuriyet Gazetesi ilavesi olarak çıkarttığı büyük boyda İstanbul’un değişik konulardaki noktalarını anlatan bir içerik.. tarih boyunca istanbul, o benim uzun zaman elimdeydi...

On bir i,on iki yaşında ve İstanbul’un keşfi başladı, bakın Nedret Bey bu da o yaşlardaki bir çocuk için zor bir şey sanırım. Oradan kalanlar oldu mu bellekte?
Oo mesela sur kapılarını anlatır, yok efendim işte mahmutpaşa türbesini, sultan mahmut türbesini anlatır, onun yanında ne bileyim bunlar işte eski İstanbul’daki dilenciler der, bir çizim yapar orda bilgiler verir, yani İstanbul’un kültürü ve tarihiyle ilgili Reşat Ekrem’den bir özet, gibi birşeydir, çok hoş, resimleriyle çizimleriyle de güzel bir kitaptır.

Burada bir saptama, Nedret Bey’in İstanbul ilgisi, işte Reşat Ekrem bunu başlatmış olabilir. Çok farklı uğraklar kitaplar arası çok özel çok farklı uğraklar, erken olgunlaşmış çocukluk.. sorulmaz mı sorulur mu fakat şöyle, aşk diyorlar kitap için, kitap Nedret Bey için nedir? Profesyonel bir bilgi paylaşımı mıdır salt?

Yook, şimdi kitap.. kitap benim için, yani hayatta, yaşamda vazgeçilemeyecek bir ana unsur yani.

Ekmek gibi, su, gibi, hava gibi bir şey.. Ana unsur! Evde hanım var ve bir de böyle büyük bir kitaplık var mı?

Evet, evet.. evim de dolu Tekin Bey.

Nedret Bey, Hanım dedim, kitapla sorun yaşar mı?

Olabilirdi! Fakat benim kurtarabileceğim noktam var. Yani kesinlikle her kitapçının, her kitap severin her koleksiyonerin her kitaba düşkün olanın eşiyle mutlaka bu konuda bir problemi olur. İstisnasız olur.

Kitap sever izleyicilerimiz de bu gizi öğrensinler. ‘kurtarabileceğim noktam var,’ sözünü açalım mı?

Hakkaten kitapsever eğer çılgınlık düzeyindeyse kadını mutlaka ihmal eder, ben bundan bir sene önce DK’tan, ‘benim kitaplarım’ diye bir röportaj kitabı çıktıydı, ben orda bir laf söylemişim yine böyle bir söyleşide onu başlığa çektilerdi, ‘kitap, kitapseverin metresi gibidir,’ demiştim.

Şimdi bu sahaflıkla birlikte bir de Nedret Bey tarihi sürüklüyor bizi. ‘kitap, kitapseverin metresi gibidir,’ demiş olmak. Kitap metres ise evde üç kişi var. Ana unsur kitap severlik, evde hanım, Nedret Bey tarihine göre bu ikisini ya da üçlüyü nasıl betimleyelim?

Bu benim şahsi görüşüm Tekin Bey, bu böyle, yani kadın mutlaka kitap yüzünden ihmal edilir, parasal ihmal, zaman açısında ihmal edilir, işte kütüphane düzeltmek, evin düzenini bozmak adına ihmal edilir.

Burada bir de ‘itiraf’gibi bir durum yok mu?

Yani kadınların bu konuda biraz itiraz etmelerinin ben haklı yönlerini buluyorum ve onlara inanıyorum, ama ben bunu nerden kurtarabiliyorum, şöyle, en sonunda bir isteksizlik söz konusu olduğu zaman kullanabildiğim çok güzel bir argümanım var, o da ‘ee n’apalım bu bizim mesleğimiz, biz bundan ekmek parası kazanıyoruz,’ deyip kurtarabiliyorum işi.

Ekmek parası geçim kaynağı olmayan ne yapsın?

Yani ben, bunu yarın satarım, istiyorsa, geçimimizi sağlarız, diyorum ve ötekilerin böyle bir şansı yok.

Eşiniz de sizinle bu meslekte kol kola omuz omuza ekmek ve geçim peşinde koştu mu çalıştı mı?

Yok! Yok, hayır.. o eğitimci, öğretmen.

Şimdi şöyle bir şey daha, diyelim ki bir yerden bir telefon geliyor, diyorlar ki ‘biz burda bir evi tasfiye ediyoruz, buyurun kitaplara.’ Bu nasıl oluyor, kadınlar mı? Adamcağız ölür ölmez, kadın hemen telefona mı sarılır, yaygın olduğu söyleniyor, bu olaylar var mı?

Şimdi orda gine bu maalesef kadınların adı çıkmış. Evet, yani kadınlara bu konuda çok haksızlık edildiği kanaatindeyim, hoş yani tabii şöyle de bir noktayı tabii eee ben de tabii bir erkeklik de yapayım...

Yaşanılan bir olay, bir istinat noktası var mı?

Mesela, kadınlar da erkekler de bu, ‘al götür,’ şeklindeki ifadeyi her ikisi için de kullanabiliriz, yani o özel durumlarda herkes için geçerli. Ama mesela müptela derecesinde çılgınlık derecesinde kadın kitap koleksiyoneri çok fazla hatırlamıyorum.

Kadın kitap koleksiyoneri anlamında, yani kadın kitap sever, ‘çok fazla hatırlamıyorum’ demek mi?

Günümüzde böyle, yani bugün de böyle, eskiden de böyleydi. Bana deseniz ki böyle evini tamamen kitapla dolduran bütün işlerini kitaba göre ayarlayan ve sürekli kitap alan, kitap getiren evine taşıyan kadın sayısını söyle bana, isim söyle deseniz çok zorlanırım.

Kitapla erkek arasında mistik bir bağlantı mı var?

Olabilir, yani bu tabii.. ama dediğim gibi, kadınlar az, erkekler çoğunlukta bu işte, ama söylediğiniz gibi mesela şimdi şöyle birşey dedinizdi, bir hani kitaplar var nedret bey gel kitapları al, işte tasnif et ya da bu kitapları bizden... o sadecene kadınlara ilgili olmuyor, şöyle birşey oluyor efendim, yani mesela şimdi diyelim ki nişantaşında bir daireniz var ve bu daire, tabii nişantaşı mülk açısından çok kıymetli, içerisi de kitap dolu.. şimdi tabii, o, bir de size bu daire diyelim ki size bir yerden miras kaldı, e şimdi bu daireyi n’apıcaksınız, ya kiraya vereceksiniz ya satacaksınız, ama bunu yapabilmeniz için önce içindeki eşyayı boşaltmanız gerekiyor. Dolayısıyla bu kadına erkeğe bakmıyor, yani siz de gelip diyorsunuz ki aman Nedret bey gel, bunları bir an önce çıkartalım götürelim atalım, yani bunun gibi böyle.. aa, zaman zaman kadınların da böyle, aman bu kitaplar benim kocamı mahvetti al götür dediklerine de şahit oldum, olmadım değil. Ama genelleme yapmamak lazım.

Kitap her zaman var. Hiç böyle bir soru olmamalı. Olmamalı diye düşünüyorum. Şu açıdan olmamalı, bu tür kitapları, dünyanın bütün kitaplarını tarayıp internete geçirip herhalde çıkarabilmek için yani insanlığın bir elli yıl yüz yıl çaba sarfetmesi lazım Bir de antik dönem, ölü dillerle yazılanlar var.. hepsi mi?
Yani bütün dünya dillerinde Tekin Bey yani bütün dünya matbaalarında basılan kitapların adedi onların taranması bilmem nesi, yazmaları, basmaları, işte maniskülleri, bilmem neleri bu olacak bir şey değil.

Kitap miras olarak da hep kalacak demek midir?

Kitap, evet! Ama daha spesifik bir şey olacak, belki daha butik bir şey olacak.. ama bir de şu var, bu günümüzde basılan kitapların kaçta kaçı geleceğe kalacak onu da bilmiyoruz. Şimdi günümüzde basılan kitapların çoğu, estetik değerlerden inceliklerden ve birtakım özelliklerden azade şeyler ve dolayısıyla eskinin zarafeti inceliği olmadığı için onlar acaba ne olacaklar, esas sorun bu bence.

Söyleşi:Emin Nedret İşli, Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul

Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

11 Nisan 2011 Pazartesi

Nedret Bey tarihine doğru gidiyoruz. Yetmişli yıllar.. Bu tür anlatılar bir tür tarih zincirine bağlanarak akıp gidiyor. 35.yazı...

Her insan yer ve içer; bu yaşamsal bir zorunluluk, böyle diye her insan okuma yazma eğilimi ile doğacak diye bir ölçüt var mı? Bakın kimileri okuma, kimileri yazma olmadan yaşayamaz tıpkı ekmek gibi su gibi. Bunlara kitap mecnunları diyorlar söz aramızda! Herkes neden sahaf olamaz, diye bir başlık altında yola çıktık. Tuhaf bir şekilde top zıpladı ve belki de ağları yırtarak kaleden dışarı çıktı. Bilmiyorum! Yeti, yeti diyorum da yeti, yeterlik mi bunu da bilmiyorum. Yetenek sözü de zayıf ve cılız kalıyor bana göre. Söz ve söylemle topu taca atmadan ve sahaflık mesleğine açıklık getireceğim derken topla fazla oynayıp çalıma kaçmadan top kaleye doğru sürülecekse, varım buna.

Değerli İzleyici,

Herkesin düşeş atacağı bir parantez açalım. Nedret Bey tarihine doğru gidiyoruz. Şimdi bakıyorum da bu tür anlatılar bir tür tarih zincirine bağlanarak akıp gidiyor. Burada tarih sözü çok abartılı gibi görünebilir. Bireyin tarihini, öznel de olsa küçümsemek olmaz. Dahası bireylik tarihleri, toplumla içselleşerek ya da tam tersi bireyle içseleşen toplum tarihi, bütünü kapsadığı için önem kazanıyor. X ya da Y adlı kişilerin bireylikleri salt bireylik değil, içinden geldikleri coğrafyanın, doğanın, takvime bağlı hareket zincirinin dışında, rüyada olageçen bir konu değil. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Nisan 2011, Stockholmİlk topladığınız kitaplar hatırınızda mı Nedret Bey..
İki çocuğun devri alemi belki...

Yo! Yoo değil, onları hiç toplamadım maalesef çok enteresan.. İlk topladığım kitap hatırımda Tekin Bey. Hayır! Şöyle öyle bir toplama işlemi ki garip, 1970’li yıllarda Süleyman Demirel başbakanken benim zaten bütün ömrümde başbakandı Demirel Evet, her zaman. Hala da görüyoruz, eski cumhurbaşkanımız diye hala da başımızda, efendime söyleyim, Demirel 70 de başbakanken, onlar 1000 temel eser, diye Milli Eğitim Bakanlığı'ndan bir seriye başladılar. Birinci kitap neydi birinci kitap, Orhun Kitabeleri, Orhun Abideleri diye bir kitaptı, ordan başladılar ve bunlar yüz elli kitap falan çıkardılar.

İki çocuğun devri alemi diye bir öngörü yaptım tutmadı, bayağı üstlerden yola çıkan bir baçlangıç, hani jouniyor diyorlar ya böyle değil elit yarışmacılarla kulvara giriş, üst sınıftan, böyle çok değişik bir kulvar.

Böyle çok değişik, bir kısmı eski türk edebiyatıyla ilgili, bir kısmı modern türk romanıyla, mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu ordan basmışlardı, Karagöz’le ilgili Muhittin Sevilgen diye bir adamın kitabını ordan basmışlardı. Bu arada birtakım da anti komünist propaganda yapan kitaplar da yayınlıyorlardı, mesela işte, bir devin düşüşü diye, işte Maxim Gorkinin aleyhinde yazılmış bir şey, Asya’nın düşüşü ve yükselişi diye, böyle, yani, araya antikomünist birtakım şeyler de koyarak, ama bunlar numaralı gidiyor, hani bir iki üç beş diye gidiyor ve o tarihte
Yetmişli yıllar mı.. o tarihde... Demirel Başbakan...
Yetmişler, 1970-72 o civarlar ve o tarihte de bu kitaplar çok ucuz, yani 5 kuruş mu, bir lira mı, tam hatırlamıyorum şimdi, çok ucuz, her öğrenci, herkes alabiliyor, yani, belki de subvansiyon yağıyorlar, bedava dağılsın diye...

Evet, kitapçılarda bulunuyordu bu.. kitaplar...

Şöyle bir şey, kitap ucuz olduğu için öğrencilerden önce bütün kitapçılar kitapları gidip kapatıyorlar, toptan alıyorlar, ondan sonra bir karaborsası oluşuyor kitabın, kısaca, yani kitap ucuz olduğundan dolayı, önce sahaf veya işte yayıncı mayıncı gidiyorlar, yirmi otuz tane kırk tane alıyorlar, bir anda kitap bitiyor, ben ne hikmetse onu takım yaptım, onu sırayla birden işte yüz elliye sıra yapmaya başladım.

Yetmişli yıllar, kaç yaş o zaman Nedret Bey?

1970 tabii, elli dokuz, ee on bir, on iki yaşında...

Başlangıç olarak kolleksiyoncu bir bakış aşısı ile karşılaşıyoruz, on bir, on iki yaşlarında hani bir çocuk bir yeni yetme diyorlar, henüz delikanlı olmamış bir durum da açıkçası çok ilginç bir serüven...

Çok ilginç, yani şöyle, bir de üstüne üstlük şöyle bir durum da var ama yani ben onların hepsini okuyup hani şey yapacak bilgi düzeyinde de değilim yani. Çünkü bir de şöyle bir şey de var, öyle değişik kitaplar ki, birisi Türkoloji alanında, öbürküsü edebiyat, öbürküsü siyaset antikomünizm, yok öbürküsü efendime söyleyim orta asya türk tarihi, yani birden başlayıp okuyacak olsam, ben, herhalde kafam allak bullak olacak.
Abiniz mi size bu esini veriyor diziyi tamamlamak!

Ee tabii herhalde.

Sekiz yaş fark var arada bu çünkü önemli bir faktör.

Herhalde abim yani.. bu sahaflıkta mahaflıkta işte bunlar kıymetli oluyor, bilmem ne filan gibi böyle bir şeyler de konuşuluyor aramızda, Enderun’a falan da gidip geliyoruz.. böyle kitaplar.. bütçe de buna ancak elveriyor zaten, başka.. eski yazı falan da bilmiyoruz. Böyle bir hikayeyle başlamış koleksiyonculuğumuz açıkcası yani Tekin Bey...

Bilinen bir konu ilkler çok önemli çünkü temel kuruluyor, bir de ilk aşk gibi, ilk gözağrısı yine o yıllara rastlıyor, ordan başlıyor çok erken ve hakat iyi bir koleksiyonculuk. İlk okuduğunuz ve sizi etkileyen bir kitap yok mu bunların arasında Nedret Bey?

Şimdi efendim şöyle, yani, yine o yıllarda Yağmur Yayınları diye bir sağcı, milliyetçi bir yayınevi vardı..

Evet, anımsıyorum onu da..

O da böyle kocaman, Adolf Hitler’in Kavgam’ını çıkartmıştı. Tabii o söylediğim şey, Enderun kitabevi falan o civarlar, daha çok sağcı ve milliyetçi bir şey, standarttalar. Evet, o kitap en çok baskı yapan bir kitap halen çok basıyor. Evet, bana da bir şekilde, bana ya hediye ettiler, ya verdiler, ya ben buldum falan, bilmiyorum, aldım ve tabii o çocukluk aklıyla onu okumaya başladım..

Çok ilginç, nasıl oldu, kolay olmasa gerek?

Eee, başladım önsözünden falan, fakat yani on bir, on iki yaşında bir şeyin entelektüel düzeyi ne olacak, ikinci sayfada sıkıldım kapattım bıraktım. Bir daha da elime almadım allaha şükür.
(sürecek)

Söyleşi:Emin Nedret İşli, Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul

Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

10 Nisan 2011 Pazar

Rönesans İstanbul'da olacaktı...Turkuaz renkli takım, topa hakim, Püzant Bey ve Nedret Bey sahada...34. yazı

Şimdi farkına varmadan bir sahaflık tarihi, belki de ayırt etmeden bir İstanbul sahaflık tarihi üzerinde koşuyoruz, duruyoruz, söyleşiyoruz, dedim. İstanbul üzerinde ben defineci gibi görüyorum kendimi, dedim. Bakın nereden nereye! Ok yaydan çıktı artık, buralara sürükleyeceğini bilemezdim. Neyse ki İstanbul’da kendi sahamızdayız.

Değerli izleyici,

Varsayımlar sonuç vermez evet, fakat kültür tarihi konusunda kırılmalar da konuşulabilmeli. İstanbul Roma İmparatorluğu başkenti, daha önce de değindim, bunu unutmayalım. Bugünkü söyleşi bu açıdan fantastik dalgalı bir deniz gibi sürüklüyor. Sürükleniş salt bu da değil, bir de top peşinde pas verme, pas alma özeniyle yanıp tutuşuyoruz. Tamam bu Trabzonspor Fenerbahçe derbi maşı değil değil fakat biz de küme düşmeyelim, çıtayı yüksek tutalım.

Turkuaz renkli takım, topa hakim, sahaya tam pres hakim, özellikle santrfor gibi top kovalayan ve 1978 yılında Pertevniyal Lisesi’nden mezun olan Nedret Bey hem sol kanatta hem de sağ kanatta, her iki ayağıyla da bu zarif vuruşlarla sahayı enine boyuna koşuyor. Aslında ne Püzant Bey’in ne de Nedret Bey’in gol atma çabası yok.. daha çok topun gelişine göre.. söyleşiyi izleyelim.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 10 Nisan 2011, StockholmNedret Bey, tuhaf bir soru var, hazır olun! Don kişot’un ilk baskısı elinize gelse ne yapardınız?

Öyle bir soru sordunuz ki, Tekin Bey, yani şimdi Mevleviler, mevlevi semahına çıkmadan önce, o tabii bir şeyi anlatıyor ya hani, ölmek, sonra tanrıyla birlikte olmak, ve ondan sonra işte tanrıya ulaşmak, eski mevlevileri bu mevlevi ayinlerine başlamadan önce bunun bir taklit olduğunu söylüyorlar. Eski mevleviler allah taklidimizi tahkik eylesin derlermiş yani bu yaptığımız taklidi hakikat hale dönüştürsün. Şimdi, sizin de sorduğunuz bu soruyu allah taklidi tahkik eylesin inşallah da biz zengin olalım, yani şöyle birşey, Don Kişot eserinin ilk baskısını bulursam yapacağım ilk şey, dükkanı kitlemek, kitabı kasaya koymak ve bir hafta bir yere tatile gidip hiçbir şey düşünmeksizin yatmak olabilir. Çünkü o andan itibaren çok zengin olduğumuzu kabul edebiliriz.(n)

Zengin olmanız beni sevindirir Nedret Bey, yine de merak bu ya, ne kadar zengin oldunuz? Alıcı çıkar mı?

Burda bulunamaz, yani maalesef burda o düzeyde kitap koleksiyoneri .. daha doğrusu anlayan ve zevk alacak bir sürü adam vardır da o Avrupa piyayasına göre olan değerini verecek insan olmayabilir.(n)

Bu ekonomik bir neden mi yoksa ilgisizlik mi?

Yani bir de öyle bir durum da var tabii yani ülkenin kitap meraklılarının ekonominik seviyeleri de bu işi az çok belirleyen bir başka unsur o da var yani. Dolayısıyla uzun bir zaman düşünür ve bayağı kendimi tatile çekerim yani.(n)

Şimdi ben, biraz da İstanbul benim yazı alanım oldu, bu konuda ortaya attığım bir tez var, şöyleydi o; II. Mehmed (Fatih). İstanbul’un anahtarları eğer ona II. Mehmed’e verilmeseydi Don Kişotun yazarı Cervantes Beyoğlunda, Galata’da doğacaktı. Böyle bir tezim var. Beni çok derinden etkiliyor bu. Osmanlı yerine burada İtalyanca konuşulur olacaktı Latinceden gelen bir kökeni de var. Sahaflık ve sahaf koleksiyonları da çok farklı, dünya klasında olacaktı, bağlantıyı sahaflığa getirecek olursam. Sizce bu tez çok mu fantastik bir şey, yani II.Mehmet gelmiyorsa, burada evet, İtalyanca kitap cenneti olacak burası...

Tabii tabii Cenevizlilerden vesaireden... (n)

İtalyanca, İtalyan edebiyatı... Rönesan İstanbul’da filizlenecekti diye düşünürüm. Bu çok mu fantastik?

Ama.. ama şimdi, yani, o zaman belki Cervantes başka bir şey olacaktı, yani, ve o zaman belki Don Kişot olmayacaktı. Ya da şöyle olabilecekti belki ne bileyim şeyde.. bu Galata’nın alt tarafında mesela meşhur han vardır Andre Chenier’in yaşadığı bir han var meşhur, oranın bir kahramanı olacaktı belki de, yani oranın belki de hanın muhafızı olabilen birisi olacaktı yani... (n)

Ortada bir imgelem var, Cervantes orada doğacak anlamında değil de belki de yazılan ilk roman burda yazılacaktı, zarfı açtığınız zaman o cümlede o var. Dante’in İlahi Komedyası roman olmadığına göre, dünyadaki ilk roman da İspanyolca ve Don Kişot adı altında yazıldığına göre... Ben İstanbul’u Roma’ya göre kurguluyorum.. imgelem.. yani İtalyanca yazılan ilk roman belki burada olacaktı demek istiyorum.

Şimdi şöyle bir şey var... (n)

Dünyada ilk roman İstanbul’da yazılamaz mıydı?

Olabilir, doğrudur öyle bir öngörü yapılabilir bir de Tekin Bey ben başka bir noktaya o zamana bunu açmak istiyorum, acaba bizim istanbul’da matbaanın girişi 1726, müteferrikanın bastığı. Ama bundan önce 1400 küsürlerde yahudi matbaaları var daha sonra yahudi bunların neler bastığına dair de bilgilerimiz çok sınırlı dolayısıyla, acaba diyorum mesela bizim ilk türk romanı diye bildiğimiz roman ‘Taaşşuk-u Talat ve Fitnat,’ ama daha sonra 1970’li yıllarda yapılan araştırmada Andreas Tietze bu Vartan Paşa’nın Ermeni Vartan Paşa’nın Akabi hikayesi diye bir kitabını neşretti latince günümüz Türkçesiyle yayınladılar. Bu Vartan Paşa’nın Akabi hikayesi ‘Taaşşuku Talat ve Fitnat’ romanından 20-25 yıl önce basılmış, ermeni harfleriyle türkçe bir roman, dolayısıyla 70’li yıllarda biz roman tarihimizi 25 yıl geriye çektik belki de daha öncelerine dair bir şeyler bulabiliriz, bu farklı bir alan.(n)

Püzant Bey geldi, bir an ona dönüyorum; Pera da İstanbul adlı kitabımla ilgili, Nedret Bey ne dedim ki; İstanbul’un anahtarları II. Mehmet’e verilmeseydi, Cervantes İstanbul’da doğacaktı dedim, çünkü latince ve italyanca burada.. ne dersiniz çok mu fantastik?

Ama efendim bu Ermeniler de yok biz buradaydık, İstanbul’daydık diyorlar. İstanbul’da, İsadan sonra 335, ilk Ermenilerin görülmeleri. Bu da neden, o dönemler işte başlıyorlar ya hıristiyanlık.. alfabenin peşinden başlıyor yunan alfabesini kullanmasınlar diye ermeni alfabesinin bulunuşu yaklaşıyor. 404 yılında mesela ermeni alfabesi. 330 - 335 yıllarında İstanbulda Ermreni var. Bir de Fatihin bir politikası var, Ermenilerle Rumları, öteki azınlıkları dengeleme, Sulu Manastır hikayesi. Nedret onu çok iyi bilir. (P)

Neden? Denge! Fatih müthiş bir adam hiçbir şey umurunda değil. Fatih hakiki bir hükümdar ve biraz da despot.(N)

Söyleşi:Emin Nedret İşli, Püzant Akbaş, Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul

Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

9 Nisan 2011 Cumartesi

Enderun ile başlayan sahaflık öyküsü, Sayın Nedret İşli ve Sayın Püzant Akbaş ile söyleşi; Otuz üçüncü yazı...

Sahaflık mesleğinin özel bir alan olduğu iyice ortaya çıktı. Gün geçmiyor ki yeni şeyler öğrenmeyelim bu konuda. Kapalı bir alan neredeyse.

Bir anlamda bu kapalı alanın kapakları üzerinde birikmiş tozları alıyor ve izleyiciyi, açılan labirentlere buyur ediyorum. Daha gidecek yolumuz var.

Şimdi farkına varmadan bir sahaflık tarihi, İstanbul sahaflık tarihi üzerinde koşuyoruz, duruyoruz, söyleşiyoruz. İki konuğu bilemem fakat, ben defineci gibi görüyorum kendimi. Ok yaydan çıktı artık, bu konunun beni buralara sürükleyeceğini bilemezdim. Neyse ki güven veren iki sahaf şu anda burada, onların sayesinde girdiğim bu labirentlerden dışarı çıkma umudumu koruyorum.

Nedret Bey ve Püzant Bey, Beyoğlu'nda Turkuaz adlı sahaf dükkanını ortakları. Gelmiş geçmiş ünlülerle çalışmışlar.

Bu konuyu dün http://kentinsanolay.blogspot.com/ başka bir kanalda yayımladık. Bugün söyleyişiyi burada süreceğiz.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 09 Nisan 2011, StockholmUstalar konusunda Nedret Bey, ne dersiniz siz? İlk kırılma noktası da usta çırak ilişkisi oluyor her halde...

Şimdi yani siz burda ustalar falan dediniz ya, burda ben kendimle iligli ilginç bir noktayı atladığımızı hatırladım, onunla ilgili bir bilgi vereyim size, yani siz dediniz ya hayatınızdaki kırılma noktası işte bu.. Enderun’a başlamayla mı. Evet! Kırılma noktası bana göre de Enderun ile. Benim iki tane kırılma noktam var, Tekin Bey, bir bu Enderun’daki Osmanlıca ve tarihle ilgili kitapları tanımam öğrenmem bilgilenmem...

Bunu ilk söyleşilerde söylediniz. Bu ikinci kırılma nerede, kaç yılında oldu?

İkincisi.. bir de 1986 senesinde işte.. daha sonra Püzant’in katılacağı ekibe, benim 1986’da Tünel’deki Matmazel Noumidis’in, yani matmazel’in dükkanı denilen dükkanda işte orda kitapçılığa. çıraklığa devam etmem... ikincisi...(n)

Şimdi farkına varmadan bir sahaflık tarihi, İstanbul sahaflık tarihi üzerinde koşuyoruz, duruyoruz, söyleşiyoruz. Sizleri bilemem fakat, defineci gibi görüyorum ben kendimi. Matmazel Noumidis’in dükkanı Tünel Geçiti Pasajı içinde miydi?

Yok! Yok! Galata mevlevihanesinin tam karşısında, Yüksekkaldırımda.. aşağı doğru inerken...

Yani benim orda 86’da tekrar bu işe Beyoğlu’nda başlamamla.. ben Batı kitaplarını, ve İstanbul üzerine yazılmış batılı kitapları.. kaynakları öğrendim.(n)

Buna kırılma noktası değil de aşama diyelim, aşama oluyor değil mi Nedret Bey?

Evet! İkinci aşamam da o oldu. Yani birincide Osmanlı ve Türk tarihiyle ilgili bir staj devrem oldu, daha sonraki dönemde de Batı kitaplarıyla, İngilizce, Fransızca, Almanca kitaplarla.. oldu...(n)

Şimdi sırlardan girdik.. usta çırak ilişkisi geldi.. Püzant Bey, sizin de ustanız oluyor Bayan Noumidis değil mi?

Yok! Zaten ben geldiğimde Bayan Noumidis diğer arkadaşlara firmayı devretmişti sadece adı yaşıyordu, zaman zaman yine babasının dükkanının kokusunu almak üzere oraya geliyordu. Esas, 86’da. Ustalık çıraklık diye birşey söz konusu olmadı. Ama dükkana gelen giden insanlardan bu Galata bölgesindeki Pera bölgesindeki bizim Beyoğlu kitapçılığı dediğimiz kitapçılığı da o gelen giden insanlarla o müşteri satıcı ilişkisi içersinde öğrendim.(p)

İlk gittiğiniz sahaf Püzant Bey. Usta demiştiniz, adı neydi?

Rahmetli İsmail Manav Bey.(p)

İsmail Bey çok mu önemli bir kitap ustasıydı veya sahaftı?
Şöyle efendim yani tabii ki çok önemliydi.(p)

Zincir, eski deyişle 'malumat'ı bir uçtan çekip gidiyor. Kitap olayı da bu bilgi zincirine yeni halkalar takıyor. Zincir kopmasın ama...

Yani şimdi şöyle, Tekin Bey, tabii ki aslında kitapçılığın çok öyle çok gizemli bir tarafı da çok fazla yok. Ama yani birtakım kitapların neden nadir olduklarını, niçin yok olduklarını bilmek vesaire, bu kulaktan kulağa ustadan çırağa esnaftan esnafa geliştirilen birşey. Dolayısıyla yani bir de tabii kitaba olan insanların da bu kitabı alıp satan insanların da düşkünlüğünden kaynaklanan bir bilgelik, bilgiçlik söz konusu.(n)

Nedret Bey, kulaktan kulağa, ustadan çırağa sırlar olsa da, aslında bir zincirin halkaları bunlar değil mi? Ayrıca kendisine sahaf demiyor fakat kitap takipçisi.. onu da sırları var o da bu zincirin bir halkası olabilir mi?

Evet! Birtakım, kendini işte sahaf diye tanımlayan, kitapçı diye tanımlayan, işte ikinci el kitapçı diye tanımlayan insanlar da okumadıkları halde, bu işlerle de ilişkili olmadıkları halde, onlar birer eczacı kalfası gibi, eczacı gibi alelade, ilacı sadece raftan indirip insana veren insanlar gibiler yani, dolayısıyla sır biraz da sırrın çok okuyan da, ilgilenen de kitabı hakkaten kendisi de bir kitapsevermiş gibi, müptelaymış gibi sevenden kaynaklanıyor.(n)

Püzant Bey, siz de bir yerden başladınız. Amatörce olsun, Nedret Bey'in de parmak bastığı gibi 'sır biraz da sırrın çok okuyan da' olduğu sonucu çıkıyorsa da, bu işe gönül koymak, yani kitap toplamak yok mu? Kitap toplamadan sahaf olunur mu?

Şimdi bakın, Tekin Bey, sahaflara benim gidiş gelişim, yani sahaflarla içli dışlı oluşum 83 yılından sonra başlar ki o dönemden sonra da zaten ben sahaflığa başladım. Yani amatörce kitap toplardık ama baktık bu profesyonelce de yapılabilecek bir iş. Yani bu işe gönül konulabilir, öyle sahaflığa başladım. Tabii bu arada herhalde hikmet-i hüda mı diyeceğiz ne diyeceğiz çok iyi şeyler oldu, bana yardım eden insanlar var oldu. Yani bunların içerisinde Nedret olsun, şey olsun, İbrahim Manav olsun, efendime söyleyim diğer sahaf Madam Venetya olsun falan bunlardan çok şeyler öğrendim tabii.(p)

Söyleşi:Emin Nedret İşli, Püzant Akbaş, Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul

Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

4 Nisan 2011 Pazartesi

Sahaf kitap, işte bu blog bir yaşında! etkinlik ilerledikçe bir de 'kitap aşkı' diye bir tanım ortaya çıktı. Turkuaz'da Nedret Bey ve Püzant Bey...

Bugün 4 Nisan 2011. Tam bir yıl önce sağ ikinci alttaki kitaplar görüntüsü ile söze başladım. Bir simge, bir anı olarak onu ikinci görsellik olarak bugün yineliyorum.

Bu blog; kitap insan faktörü nedir, nasıldır buna biraz da öznel açıdan yaklaşmak için başladı. Spesifik, seçkin ve ayraçlı bir konu olduğu ortada. Özen, ilgi bekliyor.

Sahaf kitap, işte bu blog bir yaşında!

Spesifik, seçkin ve ayraçlı bir konu olduğu o denli açıklandı ki etkinlik ilerledikçe bir de 'kitap aşkı' diye bir tanım ortaya çıktı. Aşk! Aşk! Bu bir yılı tamamlama başarısını kitap aşkı ile sessizce ve aşkla kutlayalım.

Değerli İzleyici,

Güncel ortama yaklaşık otuz kadar yazı sunduk. Görsellikler söyleşiler...

Bugün, geçen bir yılın sayımını, dökümünü yapmayacağım. Şöyle ki bu süre içinde bu satırların yazarının bir de yaşam düzlemi oldu. Bunlardan da söz etmek yok. Yaşamla ilişkin pek çok canalıcı ayrıntı unutulur. Fakat bu tür etkinlikler kalır.

Bugün kitap aşkı konusunda bir sunum olacak. Evet sahaf kitap blog ilerledikçe bir de 'kitap aşkı' ortaya çıktı. Belki de inanmayacaksınız’ kitap aşkı da olu mu diyeceksiniz.

Daha önce İbrahim bey ve Halil Bey bu konuya parmak basmışlardı. Şimdi Nedret Bey, Püzant Bey bir anı ile bu kitap aşkını alevlendireceğiz. Püzant Bey, bir derbi maçına çıkar gibi iyi bir orta yaptı;'gözlerimizin ferı parlar,' dedi.

Nedret Bey, bu güzel pası aldı, topu kaleye doğru sürüyor; 'dükkandan çıkışıyla, önceki girişi arasında muhteşem bir farklılaşma olduğunu da biz görür ve hissederiz,' dedi.

Topa bu zarif vuruşlarla sahaya yayılan Turkuaz takım, sanki aradığını bulan bir aşık gösterir gibi, rakibe karşı birebir markajla dar alan presi yaparak orta sahaya yayılıyor ve kale önünde bir hava topuyla yükselerek farklı bir açıdan, farklı bir köşeden gol peşinde koşuyor... Söyleşiyi birlikte izleyelim.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 04 Nisan 2011, Stockholm
Püzant Bey, bir kitap tutkunu,kitap aşığı çok önemli bir kitabı bulduğunda ne gibi tepkiler verir veya siz onu oraya ulaştırdığınızda kendinizi nasıl hissedersiniz?

Şimdi bu tabii ki iki taraflı mutluluk veren daha doğrusu en büyük mutluluğu veren olaylardan biri. Hele hele çok nadir bir kitabı bulmak bizim yönümüzden de, yani biraz evvel size anlatıyordum ben, bir kütüphanede bir kitap görürsek böyle bizim gözlerimizin ferı parlar. Müşteride de bu oluyor. Müşteri bulduğu zaman aradığı kitabı, müthiş mutluluk, müthiş bir mutluluk duyuyor böyle. Şimdi efendim bundan yıllarca önce, biraz evvel hatıra da dediniz, Nedret Bey'le bir kütüphane işine gitmiştik, biz kütüphane pazarlığını yaparken, orda çok güzel birkaç tane, yani nadir kitaplar gördük. Fakat bizim gözlerimizin parladığını tabii kitabın sahibi orda farkına vardı ve ben size bu kitapları daha sonra vereyim dedi, bir daha o kitapları alamadık.

Nedret Bey bunlar kitap insan aşkına ayna tutuyor değil mi?

Kitapçılığın da, kitap alıcısının da bu kitaplara olan ne kadar düşkün olduğunu ve istekli olduklarını hissettirmemek ee tabii bir ticari ilişkinin içersinde olduğu için belli etmemek faydalıdır derler. Yani kitapçı öyle çok alırken gördüğü kitabı amann demesi, onun.. evet, renginizi belli etmeyeceksiniz.

İzleyicilerimize bu tutku ile bir örnek verilebilir mi?

Mesela Çelik Gülersoy da gerçekten kitaba müptela derecesinde bağlı, hakkaten kitabı çok seven bir adamdı. Ben yaşamadım ama ustamdan dinlediydim.

Çelik Bey'in zamanında çok aradığı bir kitabı, bir keresinde ona haber verdiklerini, Çelik Bey'in bizzat, taa Beyazıt’a kadar geldiğini, kitabı önüne koydukları andan itibaren kitabı koltuğunun altına sıkıştırıp önce koltuğunun altına sıkıştırıp parayı daha sonra ödediğini, yani hani parayı öderken bile vazgeçerler, kitap bilen birisi gelip de alır filan gibi düşüncelerle önce kitabı koltuğunun altına sıkıştırdığını, parayı sonra ödediğini, parayı öyle.. kapıp ve kaçtığını anlatırlar. Şimdi gerçek, hakikaten kitabı bu derece aşkla seven insanların, yani pazarlık bittikten sonra, kitap sizden çıkıp ona geçtikten sonra ve siz de paranızı aldıktan sonra ki bu dükkandan çıkışıyla, önceki girişi arasında da muhteşem bir farklılaşma olduğunu da biz görür ve hissederiz. O belli ki o akşam çok mutlu ve o akşam büyük bir ihtimalle geceyi o kitapla geçirir.

Püzant Bey, 'gözlerimizin ferı parlar,' dedi. Nedret Bey,'dükkandan çıkışıyla, önceki girişi arasında muhteşem bir farklılaşma olduğunu da biz görür ve hissederiz,' dedin.

Burada aradığını bulan bir aşık var sanki, aradığı kitabı bulan o gece belki başının altına koyup öyle uyumuştur.

Evet yani Tekin Bey! Açıkcası bir zifaf hadisesi söz konusudur, o kitapla yani o denli bir şey var. Yani ben öyle, zaman zaman mesela ben de kendimce diğer arkadaşlardan kitap aldığım zaman, zaman zaman bu espriyi yapardım. u gece bunla birlikteyiz falan, bu gece bu kitapla çıkacağız filan diye espri yaparız aramızda.

31 Temmuz 2010, Beyoğlu, İstanbul.
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez