Açılan küçük bir parantez, yarım kalan bir kaç konu ile Beyoğlu sahaflar tarihinde son yüz yılı koşuyorlar. Evet son yüz yılı, son yüz metre gibi koşuyor Uğur Bey ve bu satırların yazarı. Bu dostluk koşusunda göğüsleyecekler ipi birlikte. Onları izliyoruz. Şöyle!
Değerli İzleyici,
Bir kitap kurdu olmadığı söylenen Talya Hanım, baba ‘yadigarı’ (böyle derler) bir anıtı, sonuna dek korumuş ve taşımış ve kendince sağlam ellere teslim etmiş. Muhteşem! Çocuklarımıza bırakacağımız muhteşem bir yaşam öyküsü bu benim açımdan. Yazarların ölümünden sonra, yayımcısız kalan, sahipsiz kalan kitaplar var ve bu yazarların kimilerinin çocukları da var. Ben Talya Hanım’ı idol seçiyorum. Buradan ayrıldığımda, onun anısını yanıma alacağım Talya Hanım’ın anısı beni saracak ve sıcak tutacak.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 25 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluBir! ‘Başka bir parantez’ dedin, biraz önce buna Uğur Bey. Özeti, bu tarih, kültür yuvasını Uğur Güracar nasıl kurtaracak?
Burası bir müze evet. Türkiye’nin en eski kitabevi, sahaflar çarşısından da eski. Sahaflar çarşının en eski yeri Kapalı Çarşı içidir. O da, 40’lı 50’li yıllardır. Burası Türkiye’nin en eski kitapçı dükkanı, her şekliyle her haliyle yüz yıl Tekin Bey.
Şimdi gelelim meseleye! Bu, bina olarak ikinci dereceden tarihi eser. ‘Gayri maddi kültür varlığı,’ yani ‘somut olmayan kültürel varlık’ diye bir Unesco kriteri var ki Türkiye de imza atmış sözleşmeye. Somut olmayan bir kültürel varlık, işkolu olarak tescil edilirse, Vefa Bozası gibi, Hacışakir Sabunu gibi... Gerekli başvuruyu yaptım... bekleyeceğiz.
İki! ‘Kıymetli kitaplar ve sahaf.. bir hayal vardı kafamda,’ dedin bu söz kesildi! Ya hayal! Hayal ne oldu?
Evet! Böyle bir işyerim olsun.. diye bir hayalim vardı.. bir gün böyle burda, alışveriş sırasında Talya dedi ki dükkanı devredeceğim ilgilenir misiniz, dedi. Çok isterim ama, benim dedim, param yok pulum yok. Valla Talya öyle koşullar öne sürdü ki bana, resmen burayı böyle hediye etti. İşte dedi ki siz yeter ki isteyin, ben dedi buranın kitapçı olarak sürmesini istiyorum. Siz dedi alın burayı gidin. Bir statü imzalayalım sizinle beraber işte altı ay dedi hiç bir para ödemeyin, ondan sonra işte satar satar ödersiniz dedi. İşte böyle bir seneye uzanan senetler bir şeyler...Üç! Hayalin ikinci parçası vardı! Kıymetli kitaplar! Açık artırma günleri.. nasıl oldu? Kim başlattı?
Tabii ben başlattım hasbelkader Cumhuriyet döneminin ilk kitap müzayedesini Tekin Bey ben yaptım Librarie de Pera’da. Devam ediyor, tabii, ben size kataloglarımdan veririm hatta. Osmanlı zamanında iki tane böyle kataloglu mataloglu düzenlenmiş kitap müzayedesi bir iki tane sadrazam filan kitaplığı.. onun dışında Batılı anlamda, sistematik, kataloglarla desteklenmiş, belli kurallarla satılan bir kitap satış platformu olarak ilk biz başlattık.
Bir rastlantı mı, tesadüf mü... Kitap müzayedesinin de bir başlama öyküsü olmalı mı?
Kitap müzayedesi de bir tesadüftür, Marmara Otelinde 2. kitap fuarıydı, Tüyap’n danışmanlığını da Demirtaş Ceyhun yapıyordu, tanırsınız o aradı bizi. ‘Gelin size burda bir sahaflar galerisi yapalım,’ dedi. Birkaç arkadaşı aradım kimse oralı olmadı. Demirtaş Ceyhun’a ‘yapacak bir şeyimiz yok,’ dedik. ‘Tek başımıza gelip galeriyi işgal etmemiz olamaz ama size bir kitap mezayedesi yapalım,’ dedik. Yıl 1985. 150 – 200 parça kitabı, iki tam gün satış yaptık, ama ne heyecan, ne heyecan, böyle çok önemli bir kitap satmıştık orda. Meninski (!!) diye bir adamın yaptığı, Türkçe sözlük vardı, her bir cildi şu kalınlıkta, yerden yüksekliği şöyle filan, Türkçe, Farsça Arapça, Latince, çok önemli elektriğin olmadığı zaman yapmış.. olağanüstü görseniz bitersiniz yani. Bir Japon aldı mesela onu. O zaman 900 liraydı yani satış fiyatı ve bütün böyle gazetelere haber olmuştu. 900 liraya kitap satıldı filan diye. Dört ciltti.
Bir Japon! Türk yok muydu? Türklerden kitap düşkünleri olmadı mı? Sayısı nereye vardı bu müzayedelerin?
O zaman Çelik Gülersoy bir İspanyol gezginin (Murenoo !) seyahatnamesini aldıydı. Böyle çok hoş heyecanlı bir şey olduydu, sonra devam etti böyle her sene.. 70’e yakın müzayede yaptım.
Librarie de Pera, bu ad nereden geliyor?
Şöyle.. bütün bu tarihsel geçmiş ve bu öykü.. 1900’lerin başından Otto Keil’den gelen bu öyküyü özetleyen Pera’nın kitabevi burası... Librarie de Pera, onu ben buraya giydirdim o ismi ben uydurdum.
Bu anlamı verdin ve ‘buraya giydirdim’ dediğin ‘Librarie de Pera’ adını da açan ve 1920’lerden buraya dek işleyen bu serüveni anlatan bir kitap yazmak nasıl olur Uğur Bey?
Bunları anlatan bir kitap yapabilirim tabii, daha çalışmak şartıyla, birazcık daha araştırma yaparak.. yani bir dönem, bazı dönemler var çok karanlık işte o Patriyakiyas kimdir tam olarak onu bilmiyorum, ondan sonra, bir de tabii benim burda otuz yıldan beri yaşamış olduğum şeyler var, bu kitabı düşünüyorum...
Ayrılma vakti geldi Uğur Bey! Bu ayrılık salt buradan ayrılık değil! Bay Nomidis ve kızı Talya.. bu olayın duygu yanıyla ilgiliyim, dedim beride. Müthiş bir kadın, dedin. Ben Talya Hanım’ı idol seçiyorum. Buradan ayrıldığımda, onun anısını yanıma alacağım Talya Hanım’ın anısı beni saracak ve sıcak tutacak. Ayrılmadan önce onu biraz daha tanıyalım ve yaşayalım,onu anarak onu bir an daha yaşatalım. Uğur Bey. Müthiş bir kadın! Yani inanamazsınız Tekin Bey! Bakın size şöyle bir şey anlatayım. Herhalde ölümünden bir sene önce bile değildi, beni aradı bir gün: ‘Uğur bey, dedi sizinle Doğubank’a gidebilir miyiz? Benim’ dedi ‘evdeki müzik aletim’ dedi ‘artık çok kötü sesler çıkartmaya başladı,’ dedi. ‘Güzel bir müzik aleti alalım sizinle:’ Biz kolkola gittik. Biz onunla flört ederdik, bir anlamda flörttü bizim yaşadığımız.
Uğur Bey flört sözünü Batılı anlamda algılıyorum...
Tabii tabii bu çok sosyal bir şey, çok beşeri bir şey, insan mahareti bu.. yani anlatabildim mi yani böyle bir şey, ondan sonra... biz gittik ordan böyle çok güzel bir şey... Mesela çok güzel şey dinlerdi klasik müzik dinlerdi falan, ondan sonra klasik müziği daha iyi duyabileceği, böyle orta sesleri filan daha iyi çıkartan, speakeri olan ona bir şey aldık, bir dünya paralar verdik.. yani yaşlanmadı kadın.
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
25 Ağustos 2011 Perşembe
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Miltiyadis Nomidis ve sahaflık tarihimizdeki yeri. Uğur Güracar söyleşisi; 48. yayın
Kitap meraklısı ile sahafı sahneye davet edelim. Bu konuyu düşünelim. Bir sahafın bir müşterisi oldu. Salt müşteri tanımı yetmiyor,’müdavim’ oluyor bir süre sonra.
Bunlardan birisi, her hangi birisi, o kendisine sayısı az olan kitapları ‘tedarik’ eden bir sahafı yakından tanımak istemez mi? O sahaf, sahaf olmakla birlikte midavim olanla sohbet tiryakiliği ile de yakındaştır artık.
Bu tür yakındaşlıklar, sohbet tiryakiliği; baba, oğul, kardeş bağlarından da öteye geçebilir. Böyle bir bağlamda, o sahafın bireylik tarihi ilginç olmaz mı bu müşteri/müdavim için, bunu merak ediyorum. Deneyimli sahaf Nedret İşli’nin bir betimi var. ‘Tekin Bey, çünkü niye, o ilk arayacağımız kişi bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış kişidir.’
'Size evet, iyi davranmış insan! Bu ne demek,' diye soruyorum. ‘Tabiii! İyi davranmış insan demek, şu demek, dolayısıyla kitap düşkününün biraz da bu tür şeyler yapması lazım,’ diyor. Kitap düşkünü/sahaf ilişkisinde bir sır var.
Bu sır da sahafı iyi tanımaktan geçer. Ben bir kitap sever olarak, yıllarını, ömrünü kitap olgusu içinde geçirmiş insanların bireylik tarihlerini merak edilmez mi?
Enderun Kitabevi’nde çıraklıkla işe başladım’ diyen engingönüllü bir sahaf Nedret Bey özel bireylik tarihi ile, bu ülkenin sahaflık genel tarihi içinde de bir yer açar kendisine. Onun ilk el sürdüğü kitap hangisi diye merak edilmez mi?
‘Ne istiyorsa onu alıp bulup vermek çok güzel benim için,’ diyen İbrahim Yılmaz’ın bireylik tarihi, bir kitap sever için ilgi çekmez mi? ‘Babamın kitapları bana kaldı ve onların kokusu beni çekti buraya getirdi,’ diyen Halil Bingöl bireylik tarihi, genel kitap severlerin de tarihinden bir parçadır.
“..hayatım boyunca burda türbedar gibi burayı bekledim,” diyen deneyimli sahaf, Uğur Güracar nasıl yaşadı ve yaşlandı ve tarih sahnesinden çekilirken geride kültürel varlık olarak ne bıraktı? Bunu kimse merak etmez mi?
Değerli İzleyici,
Miltiadis Noumidis, kimdir, bireylik tarihi nedir, merak edilmez mi? Burada yalın bir soru var! Ben kitap sever miyim değil miyim? İster Miltiadis, ister Talya Noumidis olsun, bu ülkenin değerleridir. Onlar Galata ve Beyoğlu’nun kitap/ sahaf tarinini de temsil ederler. Bu nedenle onların özel bireysel yaşamları ilgi çekmelidir.
Venetia konusunda fazla bir şey yok elimizde. Bunu nasıl açıklarız. Bugün yaşayan bir sahaf ki o bir kitap severdir de, yarın, bir on yıl sonra onun bu ülkedeki sahaflık tarihine katkısı ne oldu diye düşünmeyecek miyiz? Bu tür soruları uzatabiliriz. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantezi yeniden açalım ve Uğur Bey söyleşisi ile tarihin talihsiz bir oyunla bize bıraktıklarına yeniden dönelim. Bakın şimdi buradan nereye gideceğiz... Tarihin talihsiz bir yaklaşımı...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 24 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluBu müze olan, yüz yılı kapsayan yerde bir Talya Nomidis yaşadı ve onu en son tanıyan kişi de Uğur Bey, nasıl oldu? Nomidis ailesini yakından bakabilirmiyiz?
Talya’nın babası Miltiyadis Nomidis, İstanbullu çok eski bir rum aile, Osmanlı zamanında kereste ticareti yapmış. Balkanlardan kereste getiriyorlarmış. Rus tebasına geçmiş ki, rahat ticaret yapayım diye. 1917’de Rusya’da devrim oluyor, bunlar, burda beyaz Rus oluyorlar. Bakınız şimdi işe, ondan sonra 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan ediliyor bunlar bin yıllık Bizans ailesi birden bire haymatlos oluyor.
Biraz mizahi fakat Mevlana Celalettin Rumi de bu demek, Romalı Celalettin. Öncesine gidelim Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi demek değil mi? T.C kimlikleri yok mu, olmadı mı?
Rumi.. Hıristiyan Roma evet.
Hiçbir şekilde Türk vatandaşı, TC kimlikleri olmadı bunların Tekin Bey. Bu toprakların en eski insanları...
Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi.. TC kimliği istemedi mi?
Hayır istemediler değil, istediler, devlet vermedi. Vermedi tabii, Talya altı ayda ya da bir senede bir gidiyordu Kapıkule’ye bir şeyler damgalatıp geliyordu, 80 küsür yaşında. Yani korkunç bir şey, yabancıydı, Yunan vatandaşıydı sonra, bunlar Haymatlos olunca Yunan vatandaşı oldular bu sefer.
Mübadeleye bile uğrayacabileceklerdi miydi nerdeyse?
Nerdeyse! Fakat Miltiyadis, çok enteresan ha bir de, bunlar malum varlık vergisi hikayesi bütün varlıklarından oluyorlar bir haltları da kalmıyor işte, Gedikpaşa’da bir dükkan, Kurtuluş’ta bir apartman dairesi... Adam 40 küsur yaşında bu dükkanı kuruyor, ondan sonra.. ve 40 küsur yaşından sonra Almanca öğreniyor, ve dünyanın sayılı Bizantologlarından biri oluyor. Ben kitabını göstereceğim size, çok enteresan. Bakın bu, mesela Kariye Camii’nin ilk arkeolojisini yapan adamdır. İstanbul surları üzerine çok ciddi araştırmaları vardır, dünya Bizantoloji literatüründe ilklerdendir. İlklerden Alfons Maria Schneider işte Ernest Mamboury. Böyle bir adamdır. 40’ından sonra Almanca öğrenip, elinde metrelerle yerleri ölçüp.. böyle müthiş bir şey, müthiş bir şey yani olağanüstü bir başarı öyküsü. Birçok konunun ilk makalelerini ilk eserlerini yazmış bir adamdır...
Miltiyadis Beyoğlu sahaflık tarihinde bir köşe taşı. Ya Talya, o da sahaflık tarihinde zincirin önemli bir halkası mı?
Talya tabii! Bizans tarihi ile babası gibi çok ilmi bir ilişkisi yoktu, babasına karşı çok büyük bir sevgi ve saygı doluydu babasının yaptığı işlerin çok anlamlı, önemli olduğunun farkındaydı. Hayata çok bağlıydı, hiç yaşlanmadı Talya.
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Bunlardan birisi, her hangi birisi, o kendisine sayısı az olan kitapları ‘tedarik’ eden bir sahafı yakından tanımak istemez mi? O sahaf, sahaf olmakla birlikte midavim olanla sohbet tiryakiliği ile de yakındaştır artık.
Bu tür yakındaşlıklar, sohbet tiryakiliği; baba, oğul, kardeş bağlarından da öteye geçebilir. Böyle bir bağlamda, o sahafın bireylik tarihi ilginç olmaz mı bu müşteri/müdavim için, bunu merak ediyorum. Deneyimli sahaf Nedret İşli’nin bir betimi var. ‘Tekin Bey, çünkü niye, o ilk arayacağımız kişi bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış kişidir.’
'Size evet, iyi davranmış insan! Bu ne demek,' diye soruyorum. ‘Tabiii! İyi davranmış insan demek, şu demek, dolayısıyla kitap düşkününün biraz da bu tür şeyler yapması lazım,’ diyor. Kitap düşkünü/sahaf ilişkisinde bir sır var.
Bu sır da sahafı iyi tanımaktan geçer. Ben bir kitap sever olarak, yıllarını, ömrünü kitap olgusu içinde geçirmiş insanların bireylik tarihlerini merak edilmez mi?
Enderun Kitabevi’nde çıraklıkla işe başladım’ diyen engingönüllü bir sahaf Nedret Bey özel bireylik tarihi ile, bu ülkenin sahaflık genel tarihi içinde de bir yer açar kendisine. Onun ilk el sürdüğü kitap hangisi diye merak edilmez mi?
‘Ne istiyorsa onu alıp bulup vermek çok güzel benim için,’ diyen İbrahim Yılmaz’ın bireylik tarihi, bir kitap sever için ilgi çekmez mi? ‘Babamın kitapları bana kaldı ve onların kokusu beni çekti buraya getirdi,’ diyen Halil Bingöl bireylik tarihi, genel kitap severlerin de tarihinden bir parçadır.
“..hayatım boyunca burda türbedar gibi burayı bekledim,” diyen deneyimli sahaf, Uğur Güracar nasıl yaşadı ve yaşlandı ve tarih sahnesinden çekilirken geride kültürel varlık olarak ne bıraktı? Bunu kimse merak etmez mi?
Değerli İzleyici,
Miltiadis Noumidis, kimdir, bireylik tarihi nedir, merak edilmez mi? Burada yalın bir soru var! Ben kitap sever miyim değil miyim? İster Miltiadis, ister Talya Noumidis olsun, bu ülkenin değerleridir. Onlar Galata ve Beyoğlu’nun kitap/ sahaf tarinini de temsil ederler. Bu nedenle onların özel bireysel yaşamları ilgi çekmelidir.
Venetia konusunda fazla bir şey yok elimizde. Bunu nasıl açıklarız. Bugün yaşayan bir sahaf ki o bir kitap severdir de, yarın, bir on yıl sonra onun bu ülkedeki sahaflık tarihine katkısı ne oldu diye düşünmeyecek miyiz? Bu tür soruları uzatabiliriz. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantezi yeniden açalım ve Uğur Bey söyleşisi ile tarihin talihsiz bir oyunla bize bıraktıklarına yeniden dönelim. Bakın şimdi buradan nereye gideceğiz... Tarihin talihsiz bir yaklaşımı...
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 24 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluBu müze olan, yüz yılı kapsayan yerde bir Talya Nomidis yaşadı ve onu en son tanıyan kişi de Uğur Bey, nasıl oldu? Nomidis ailesini yakından bakabilirmiyiz?
Talya’nın babası Miltiyadis Nomidis, İstanbullu çok eski bir rum aile, Osmanlı zamanında kereste ticareti yapmış. Balkanlardan kereste getiriyorlarmış. Rus tebasına geçmiş ki, rahat ticaret yapayım diye. 1917’de Rusya’da devrim oluyor, bunlar, burda beyaz Rus oluyorlar. Bakınız şimdi işe, ondan sonra 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan ediliyor bunlar bin yıllık Bizans ailesi birden bire haymatlos oluyor.
Biraz mizahi fakat Mevlana Celalettin Rumi de bu demek, Romalı Celalettin. Öncesine gidelim Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi demek değil mi? T.C kimlikleri yok mu, olmadı mı?
Rumi.. Hıristiyan Roma evet.
Hiçbir şekilde Türk vatandaşı, TC kimlikleri olmadı bunların Tekin Bey. Bu toprakların en eski insanları...
Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi.. TC kimliği istemedi mi?
Hayır istemediler değil, istediler, devlet vermedi. Vermedi tabii, Talya altı ayda ya da bir senede bir gidiyordu Kapıkule’ye bir şeyler damgalatıp geliyordu, 80 küsür yaşında. Yani korkunç bir şey, yabancıydı, Yunan vatandaşıydı sonra, bunlar Haymatlos olunca Yunan vatandaşı oldular bu sefer.
Mübadeleye bile uğrayacabileceklerdi miydi nerdeyse?
Nerdeyse! Fakat Miltiyadis, çok enteresan ha bir de, bunlar malum varlık vergisi hikayesi bütün varlıklarından oluyorlar bir haltları da kalmıyor işte, Gedikpaşa’da bir dükkan, Kurtuluş’ta bir apartman dairesi... Adam 40 küsur yaşında bu dükkanı kuruyor, ondan sonra.. ve 40 küsur yaşından sonra Almanca öğreniyor, ve dünyanın sayılı Bizantologlarından biri oluyor. Ben kitabını göstereceğim size, çok enteresan. Bakın bu, mesela Kariye Camii’nin ilk arkeolojisini yapan adamdır. İstanbul surları üzerine çok ciddi araştırmaları vardır, dünya Bizantoloji literatüründe ilklerdendir. İlklerden Alfons Maria Schneider işte Ernest Mamboury. Böyle bir adamdır. 40’ından sonra Almanca öğrenip, elinde metrelerle yerleri ölçüp.. böyle müthiş bir şey, müthiş bir şey yani olağanüstü bir başarı öyküsü. Birçok konunun ilk makalelerini ilk eserlerini yazmış bir adamdır...
Miltiyadis Beyoğlu sahaflık tarihinde bir köşe taşı. Ya Talya, o da sahaflık tarihinde zincirin önemli bir halkası mı?
Talya tabii! Bizans tarihi ile babası gibi çok ilmi bir ilişkisi yoktu, babasına karşı çok büyük bir sevgi ve saygı doluydu babasının yaptığı işlerin çok anlamlı, önemli olduğunun farkındaydı. Hayata çok bağlıydı, hiç yaşlanmadı Talya.
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
23 Ağustos 2011 Salı
Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir Otto Keil ve başlayan Tarih ve Patriarchia, Noumidis ailesi ve Uğur Güracar.. söyleşi sürüyor: 47.yayın
Miltiadis Nomidis'in kızı olan Talya Nomidis'in dükkanı bir mücevher kutusudur. Uğur Bey'in kendi betimiyle :'Uğur Güracar o tarihte henüz bir üniversite öğrencisidir Büyük bir heyecanla bu asırlık dükkanı olanca dağınıklık ve karmaşasıyla ama muhteşem tarihi geçmişiyle devralır.'
Yıl 1984, Talya Nomidis seksen küsur yaşındadır.
Değerli İzleyici,
Bir tarih labirentine girdiniz mi, oradan nasıl çıkacağınızı düşünmeye başlayın ilk. Daha bu efsanenin kapısından içeri girmeden önce, oradan nasıl çıkacağınızı düşünün. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantez açalım! Önümüzde bir tarih var. Konuyu daraltalım. Tarih tarih de nedir sınırları?
İnsanlar mı, insan mı? Roma İmparatorluğu, dedik. Böyle kocaman devasa bir konuyu burada kaldırmak olanaklı mı?
Dar bir alana sıkışmadan tarih olacak. Beyoğlu, Galata yine de büyük bir alan. Fakat sahaf ve kitap diye yola çıktık.
Şimdi bu labirentten yokuş aşağı olmasa da, yokuş yukarı ağır ağır çıkacağız ve Tünel'de bir yol bulup gün ışığına kavuşacağız. Belki de bilmiyorsunuz! Tünel Geçiti diye bilinen yerdeki dükkanların altında geçitler var. Hacer Hanım'ın dükkanları var. Kohen Kitabevi var.
Buralardan bir yerden, sıkış sıkış olmasa bile uygun bir yerden dışarı çıkalım. Hemen üç adım ötede Uğur Bey'in asırlık çınar gibi kültür evi duruyor. Dün yarım kalan söyleşiyi orada bir yöne doğru tarihe doğru kaydıralım.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 23 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluTalya Nomidis Kaç yaşındaydı o zaman Uğur Bey?
1984, Talya 80 küsur yaşında. 1956 doğumluyum gerisini hesap edin. Çok hoş bir insandı. Aristokrat bir rum hanımdı. Hiç evlenmemişti. O da babasından almış, babası bir başka Rumdan. Dükkanın hikayesi aslında çok enteresan.
Uğur Bey, sizin ağzınızdan, bu canlı tarihin canlı bir betimini alalım... Geçen yüzyılın başlarındayız... Evet!
1900’lerin başında Tünel civarında Otto Keil diye Alman ya Avusturya asıllı bir adamın adını taşıyan bir kitapçı var. Bu kitabevi o dönem İstanbul’un, belki bütün Osmanlı’nın en önemli kitabevi, çünkü Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir kitabevi. Hatta antetli kağıdın üstünde yazıyor. İşte; Hazreti Şehriyarinin Kitapçısı Otto Keil ya altında da işte Sir de la Meajeste de Sultan falan bu, günümüzde mesela İngiltere’de yaşayan böyle majestelerinin işte şarapçısı, majestelerinin, yani o bir kalite belgesidir. Saraya bakabilen hizmettir.
Uğur Bey, bu tarih İstanbul sahaflık tarihi, açalım mı...
Evet! Abdülhamit zamanı Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir adam Otto Keil. Otto Keil’ı kuran, kurucu ortaklarından bir tanesi ki soyadı A. Plathner. Adolf olabilir, bilemiyorum, o 1920’lerde burayı bu dükkanı kuruyor. Bakın şu fotoğraf 1920'lerden kalan bu fotoğrafta da eski türkce tabelasında “Enva'ı Alaman Te'lifat ve Harita Kitaphanesi” yazmaktadır.
Uğur Bey burada geçen yüz yılın başlarına varan bir tarih var. Evet! Fakat Uğur Güracar'ı çarpan bir şey de var, nedir?
Bildiğim kadarıyla fiilen 1920’lerde kurulan fakat geleneği 1900’lerin başına, yani 100 yıl öncesine dayanan çok enteresan bir olgu burası esasında. Bu beni çok cezbetti hayatım boyunca ben burda türbedar gibi burayı bekledim.
İnsanı cezbeden ve bir türbedar gibi beklenen yer, burası bugün Librairie de Pera. Galip Dede Caddesi 8 numarada Uğur Güracar’ın yönetiminde sahaf kitapcı dükkanı. O zaman Galata Mevlevihanesinin bulunduğu cadde olması nedeniyle ‘Tekke Caddesi’ diye anılır. Eski adreste ‘Tekke Djaddessi 426’ yazılıyor. Fakat iş orada kalmıyor.Tarihin de bir ayıklaması var! Sonra ne olur, kim gider kim gelir Uğur Bey?
Sonra, Patriarchia diye bir rum aileye geçiyor, Patriarchia
döneminde romantik şiirler yazan enteresan bir adam, onunla iligli çok bilgim yok ama kitapları var bende, Atina’da basılmış, çünkü burdan çıkıyor Atina’ya gidiyor.
Otto Keil’in kurucu ortaklarından biri Plathner. Sonra, Patriarchia, yıl 1930 mu?
Bir on sene sonra Patriarchia 30’a kadar, evet 1940’da Nomidis’in burayı aldığını biliyorum Vakıflardan verilmiş olan kontratı bende.
Tarih ayıklaması dedim! Sahaflık tarihi işte Bay Miltiyadis de Atina’ya mı yolcu?
Hayır! Miltiyadis ölüyor, öldükten sonra oğlu Constantin var, o devam ediyor. O sıtmadan mı bir hastalıktan ölüyor, sonra kızı Talya, ondan sonra da bendeniz...
İşte tarih! Uğur Bey burayı müze yapmayı düşünür mü?
Başka bir parantez bu Tekin Bey, şimdi burası Vakıfların idaresinde bu bina. Burada rantlar yükseldi, burası İstanbul’un Soho semti gibi oldu, böyle New York’da Londra’da Soho vardır böyle, onun gibi bu rantt ortaya çıktı ve beni burdan çıkartmaya uğraşıyorlar.
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Yıl 1984, Talya Nomidis seksen küsur yaşındadır.
Değerli İzleyici,
Bir tarih labirentine girdiniz mi, oradan nasıl çıkacağınızı düşünmeye başlayın ilk. Daha bu efsanenin kapısından içeri girmeden önce, oradan nasıl çıkacağınızı düşünün. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantez açalım! Önümüzde bir tarih var. Konuyu daraltalım. Tarih tarih de nedir sınırları?
İnsanlar mı, insan mı? Roma İmparatorluğu, dedik. Böyle kocaman devasa bir konuyu burada kaldırmak olanaklı mı?
Dar bir alana sıkışmadan tarih olacak. Beyoğlu, Galata yine de büyük bir alan. Fakat sahaf ve kitap diye yola çıktık.
Şimdi bu labirentten yokuş aşağı olmasa da, yokuş yukarı ağır ağır çıkacağız ve Tünel'de bir yol bulup gün ışığına kavuşacağız. Belki de bilmiyorsunuz! Tünel Geçiti diye bilinen yerdeki dükkanların altında geçitler var. Hacer Hanım'ın dükkanları var. Kohen Kitabevi var.
Buralardan bir yerden, sıkış sıkış olmasa bile uygun bir yerden dışarı çıkalım. Hemen üç adım ötede Uğur Bey'in asırlık çınar gibi kültür evi duruyor. Dün yarım kalan söyleşiyi orada bir yöne doğru tarihe doğru kaydıralım.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 23 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluTalya Nomidis Kaç yaşındaydı o zaman Uğur Bey?
1984, Talya 80 küsur yaşında. 1956 doğumluyum gerisini hesap edin. Çok hoş bir insandı. Aristokrat bir rum hanımdı. Hiç evlenmemişti. O da babasından almış, babası bir başka Rumdan. Dükkanın hikayesi aslında çok enteresan.
Uğur Bey, sizin ağzınızdan, bu canlı tarihin canlı bir betimini alalım... Geçen yüzyılın başlarındayız... Evet!
1900’lerin başında Tünel civarında Otto Keil diye Alman ya Avusturya asıllı bir adamın adını taşıyan bir kitapçı var. Bu kitabevi o dönem İstanbul’un, belki bütün Osmanlı’nın en önemli kitabevi, çünkü Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir kitabevi. Hatta antetli kağıdın üstünde yazıyor. İşte; Hazreti Şehriyarinin Kitapçısı Otto Keil ya altında da işte Sir de la Meajeste de Sultan falan bu, günümüzde mesela İngiltere’de yaşayan böyle majestelerinin işte şarapçısı, majestelerinin, yani o bir kalite belgesidir. Saraya bakabilen hizmettir.
Uğur Bey, bu tarih İstanbul sahaflık tarihi, açalım mı...
Evet! Abdülhamit zamanı Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir adam Otto Keil. Otto Keil’ı kuran, kurucu ortaklarından bir tanesi ki soyadı A. Plathner. Adolf olabilir, bilemiyorum, o 1920’lerde burayı bu dükkanı kuruyor. Bakın şu fotoğraf 1920'lerden kalan bu fotoğrafta da eski türkce tabelasında “Enva'ı Alaman Te'lifat ve Harita Kitaphanesi” yazmaktadır.
Uğur Bey burada geçen yüz yılın başlarına varan bir tarih var. Evet! Fakat Uğur Güracar'ı çarpan bir şey de var, nedir?
Bildiğim kadarıyla fiilen 1920’lerde kurulan fakat geleneği 1900’lerin başına, yani 100 yıl öncesine dayanan çok enteresan bir olgu burası esasında. Bu beni çok cezbetti hayatım boyunca ben burda türbedar gibi burayı bekledim.
İnsanı cezbeden ve bir türbedar gibi beklenen yer, burası bugün Librairie de Pera. Galip Dede Caddesi 8 numarada Uğur Güracar’ın yönetiminde sahaf kitapcı dükkanı. O zaman Galata Mevlevihanesinin bulunduğu cadde olması nedeniyle ‘Tekke Caddesi’ diye anılır. Eski adreste ‘Tekke Djaddessi 426’ yazılıyor. Fakat iş orada kalmıyor.Tarihin de bir ayıklaması var! Sonra ne olur, kim gider kim gelir Uğur Bey?
Sonra, Patriarchia diye bir rum aileye geçiyor, Patriarchia
döneminde romantik şiirler yazan enteresan bir adam, onunla iligli çok bilgim yok ama kitapları var bende, Atina’da basılmış, çünkü burdan çıkıyor Atina’ya gidiyor.
Otto Keil’in kurucu ortaklarından biri Plathner. Sonra, Patriarchia, yıl 1930 mu?
Bir on sene sonra Patriarchia 30’a kadar, evet 1940’da Nomidis’in burayı aldığını biliyorum Vakıflardan verilmiş olan kontratı bende.
Tarih ayıklaması dedim! Sahaflık tarihi işte Bay Miltiyadis de Atina’ya mı yolcu?
Hayır! Miltiyadis ölüyor, öldükten sonra oğlu Constantin var, o devam ediyor. O sıtmadan mı bir hastalıktan ölüyor, sonra kızı Talya, ondan sonra da bendeniz...
İşte tarih! Uğur Bey burayı müze yapmayı düşünür mü?
Başka bir parantez bu Tekin Bey, şimdi burası Vakıfların idaresinde bu bina. Burada rantlar yükseldi, burası İstanbul’un Soho semti gibi oldu, böyle New York’da Londra’da Soho vardır böyle, onun gibi bu rantt ortaya çıktı ve beni burdan çıkartmaya uğraşıyorlar.
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Miltiyadis kültür varlığı, onu sürdüren Uğur Güracar ve Romalı İmparator Constantinus dedik, bugün söyleşinin dayanılmaz hafifliğine geldik 46.yayın
Önümüzde kapalı bir tarih alanı var, dedim bir yerde.
Fakat bazı yerler alaca bir tan vakti gibi ağarmaya başladı. Elimizde Uğur Bey’in verileriyle biraz belge toplandı. Şimdi buralardan bir yerlerden, açık bir kapıdan içeri gireceğiz. Girmeden önce bu açılımı da açalım! Söyleşi nasıl olmalı?
Duran söyleşi tanımı var. Sıkıcı, tekdüze. Bir de akan söyleşi tanımı var. Karşılıklı ateş havası olur bu tür söyleşilerde. Su söndürmez bu tür söyleşideki alevleri. Yaratıcı veriler de böyle ortamlarda, böyle konuşmalarda ortaya çıkar. Bir giz daha var! Bu tür söyleşiler günce yazımı gibidir, maskeler aşağı iner biraz. Her birey kamuya dönük durunca maske takar. Bu söyleşilerde, bu biraz da resmi tarih görüşü gibi olan statik maske, asık yüzler sarsılır. Bu tür söyleşilerden yeni bir şey çıkabilir. Bu satırların yazarı bu türün peşinde koşuyor.
Başka türlüsü de olmaz. Söyleşide sentaks gramatik dizin esner ve özneler nesneler kayar. Fakat söz canlanır. Ateş gibi işler söz bu durumlarda. Böyle olmayacaksa, söz dizgin altına alınacaksa, söyleşiye ne gerek var kardeşler! Her sahaf otursun makalesini yazsın, uslu uslu. Değil mi?
Doğaldır ki bir de şu var! Bu yayınlanan söyleşiler, yine de belli bir düzenle rahle'i tedristen geçiyor. Hani bir bıraksak ucunu, kimse yetişemez. Bu anlamda söyleşiye katılanların içleri rahat etsin. Yetmişli yıllarda, Yansıma Dergisi genel yayın yönetmeni aramızda. Bu arkadaş bize kök söktürüyor, yazılanları sildiriyor sık sık, deneyim deyip duruyor bir yandan, öte yandan 'bağcıyı mı döveceksin, üzüm mü yiyeceksin' diye soruyor; içeride ne olup bittiğini tahmin edemezsiniz. Bununla birlikte diyor ki: 'Türkçenin konuşma romantizmindeki ritmini, kesmeyin.' İşimiz oldukça zor.
Özeti şudur: 'Söyleşiyi kelimesi kelimesine bire bir konuşma söz dizimine ait formatta yazıya dökmüş,' değiliz. Daha önce konuk olan genç kuşakla birlikte Halil Bey'in, Nedret Bey'in, İbrahim Bey'in, Püzant Bey'in ve son virajı dönerken canlı yayınla blog ekranına son günde konuk olan Uğur Bey'in kulakları çınlasın. Bıraktığımız yerden Uğur Bey söyleşisi ateşli bir coşkuyla sürüyor. Öğreneceğimiz çok şey var.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 22 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluAdam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle, başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.
Uğur Bey’de de böyle bir sorun oldu mu Uğur Bey?
Benim olmadı öyle bir sorunum.
Bu söyleşide konu, nirengi noktası Uğur Bey, kültür tarihi ikincil sırada. Şimdi otuz kırk bin kitaptan söz ediliyor o kadar büyük bir birikim var. Nasıl oluyor hanımla bu konu...
Kırk - elli bin benim şahsi kitaplığım değil, benim iki üç bin kendi şahsi okuduğum kitaplar ama.. bu kitabevinin elli bin belki altmış bin kitabı var. Zaman içerisinde oldu işte. Kitabı alış hızı, kitabı satış hızınızdan daha fazla olduğu için birikti.
Bu soruda nirengi noktası hanım! Evde itiraz sesi yok mu?
Evde durmuyor bunlar, depoda. Evde şöyle bir şey oluyor, benim kitapla kurmuş olduğum ilişki kadar yoğun ve romantik böyle sıcak bir ilişki kurmadığı için eşim, o.. o kadar benim kitaplarla yaşadığım mutluluğu o yaşamadı büyük ihtimalle.
Kadın ve kitap...rahatsız oluyorlar ya olmuyorlar.. Uğur Bey, kusura kalmayın çünkü bunun böyle bir yanı da var, kiminle söyleşsem bu soru çıkıyor ortaya kitap kimseyi paylaşmaya izin vermiyor.
Tabii, kitap çok tek kişilik birşey yani, birebir yaşanan bir şey. Tabii kitap şu! Nermi Uygur, biliyorsunuz felsefeci, onun çok güzel bir tabiri vardır, kitap tek kişilik bir yangındır der. Hakkaten kitabın böyle bir özelliği var, yakar insanı böyle tutuşturur. Kitabın yakıcı tutuşturucu özelliğinden ben de nasibimi aldım.
Bayan Nomidis.. bir hanımefendi olarak, ben bunun duygu yanıyla ilgiliyim. Bir kez bir bayan, bayanlarla kitaplar konusu ortada. Talya da bir kadın.. aristokrat fazla abartı olabilir, burjuva diyelim ona. Burjuva olması mı onun kitapla olan ilişkisini belirledi... Düşünüyorum. Fakat o başka birisi... Nasıl bir temas, bir böyle dokundu ve çekti Uğur Bey’i...
Öğrenciydim, Tekin Bey, İstanbul Üniversitesinde Siyasal Bilgilerde o zaman ve buranın müşterisiydim ve işte ikinci defa okuyorum, niyetim üniversitede kalmak akademisyen olmak ama işte o 12 Eylül sonrasının o saçma sapan kaotik ortamı, falan üniversite de bir tad tuz kalmadı, hayatta bir tek kitaptan anlıyorum hiç olmazsa kitapçılık yapayım, böyle işte. Yurt dışında kıymetli kitaplar satan sahaflar.. öyle bir hayal vardı kafamda. Dedim, böyle bir işyerim olsun.. Nerde olsun.. işte Tünel’de iki tane rum kadın aşağıda bizim Talya, yukarda Venetia vardı. O ikisinin sağında solunda bir dükkan bulursam ne kadar hoş bir şey olur filan falan. Neyse.. bir gün böyle burda, alışveriş sırasında Talya dedi ki bu dükkanı devredeceğim ilgilenir misiniz, dedi.
Sürecek....
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Fakat bazı yerler alaca bir tan vakti gibi ağarmaya başladı. Elimizde Uğur Bey’in verileriyle biraz belge toplandı. Şimdi buralardan bir yerlerden, açık bir kapıdan içeri gireceğiz. Girmeden önce bu açılımı da açalım! Söyleşi nasıl olmalı?
Duran söyleşi tanımı var. Sıkıcı, tekdüze. Bir de akan söyleşi tanımı var. Karşılıklı ateş havası olur bu tür söyleşilerde. Su söndürmez bu tür söyleşideki alevleri. Yaratıcı veriler de böyle ortamlarda, böyle konuşmalarda ortaya çıkar. Bir giz daha var! Bu tür söyleşiler günce yazımı gibidir, maskeler aşağı iner biraz. Her birey kamuya dönük durunca maske takar. Bu söyleşilerde, bu biraz da resmi tarih görüşü gibi olan statik maske, asık yüzler sarsılır. Bu tür söyleşilerden yeni bir şey çıkabilir. Bu satırların yazarı bu türün peşinde koşuyor.
Başka türlüsü de olmaz. Söyleşide sentaks gramatik dizin esner ve özneler nesneler kayar. Fakat söz canlanır. Ateş gibi işler söz bu durumlarda. Böyle olmayacaksa, söz dizgin altına alınacaksa, söyleşiye ne gerek var kardeşler! Her sahaf otursun makalesini yazsın, uslu uslu. Değil mi?
Doğaldır ki bir de şu var! Bu yayınlanan söyleşiler, yine de belli bir düzenle rahle'i tedristen geçiyor. Hani bir bıraksak ucunu, kimse yetişemez. Bu anlamda söyleşiye katılanların içleri rahat etsin. Yetmişli yıllarda, Yansıma Dergisi genel yayın yönetmeni aramızda. Bu arkadaş bize kök söktürüyor, yazılanları sildiriyor sık sık, deneyim deyip duruyor bir yandan, öte yandan 'bağcıyı mı döveceksin, üzüm mü yiyeceksin' diye soruyor; içeride ne olup bittiğini tahmin edemezsiniz. Bununla birlikte diyor ki: 'Türkçenin konuşma romantizmindeki ritmini, kesmeyin.' İşimiz oldukça zor.
Özeti şudur: 'Söyleşiyi kelimesi kelimesine bire bir konuşma söz dizimine ait formatta yazıya dökmüş,' değiliz. Daha önce konuk olan genç kuşakla birlikte Halil Bey'in, Nedret Bey'in, İbrahim Bey'in, Püzant Bey'in ve son virajı dönerken canlı yayınla blog ekranına son günde konuk olan Uğur Bey'in kulakları çınlasın. Bıraktığımız yerden Uğur Bey söyleşisi ateşli bir coşkuyla sürüyor. Öğreneceğimiz çok şey var.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 22 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluAdam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle, başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.
Uğur Bey’de de böyle bir sorun oldu mu Uğur Bey?
Benim olmadı öyle bir sorunum.
Bu söyleşide konu, nirengi noktası Uğur Bey, kültür tarihi ikincil sırada. Şimdi otuz kırk bin kitaptan söz ediliyor o kadar büyük bir birikim var. Nasıl oluyor hanımla bu konu...
Kırk - elli bin benim şahsi kitaplığım değil, benim iki üç bin kendi şahsi okuduğum kitaplar ama.. bu kitabevinin elli bin belki altmış bin kitabı var. Zaman içerisinde oldu işte. Kitabı alış hızı, kitabı satış hızınızdan daha fazla olduğu için birikti.
Bu soruda nirengi noktası hanım! Evde itiraz sesi yok mu?
Evde durmuyor bunlar, depoda. Evde şöyle bir şey oluyor, benim kitapla kurmuş olduğum ilişki kadar yoğun ve romantik böyle sıcak bir ilişki kurmadığı için eşim, o.. o kadar benim kitaplarla yaşadığım mutluluğu o yaşamadı büyük ihtimalle.
Kadın ve kitap...rahatsız oluyorlar ya olmuyorlar.. Uğur Bey, kusura kalmayın çünkü bunun böyle bir yanı da var, kiminle söyleşsem bu soru çıkıyor ortaya kitap kimseyi paylaşmaya izin vermiyor.
Tabii, kitap çok tek kişilik birşey yani, birebir yaşanan bir şey. Tabii kitap şu! Nermi Uygur, biliyorsunuz felsefeci, onun çok güzel bir tabiri vardır, kitap tek kişilik bir yangındır der. Hakkaten kitabın böyle bir özelliği var, yakar insanı böyle tutuşturur. Kitabın yakıcı tutuşturucu özelliğinden ben de nasibimi aldım.
Bayan Nomidis.. bir hanımefendi olarak, ben bunun duygu yanıyla ilgiliyim. Bir kez bir bayan, bayanlarla kitaplar konusu ortada. Talya da bir kadın.. aristokrat fazla abartı olabilir, burjuva diyelim ona. Burjuva olması mı onun kitapla olan ilişkisini belirledi... Düşünüyorum. Fakat o başka birisi... Nasıl bir temas, bir böyle dokundu ve çekti Uğur Bey’i...
Öğrenciydim, Tekin Bey, İstanbul Üniversitesinde Siyasal Bilgilerde o zaman ve buranın müşterisiydim ve işte ikinci defa okuyorum, niyetim üniversitede kalmak akademisyen olmak ama işte o 12 Eylül sonrasının o saçma sapan kaotik ortamı, falan üniversite de bir tad tuz kalmadı, hayatta bir tek kitaptan anlıyorum hiç olmazsa kitapçılık yapayım, böyle işte. Yurt dışında kıymetli kitaplar satan sahaflar.. öyle bir hayal vardı kafamda. Dedim, böyle bir işyerim olsun.. Nerde olsun.. işte Tünel’de iki tane rum kadın aşağıda bizim Talya, yukarda Venetia vardı. O ikisinin sağında solunda bir dükkan bulursam ne kadar hoş bir şey olur filan falan. Neyse.. bir gün böyle burda, alışveriş sırasında Talya dedi ki bu dükkanı devredeceğim ilgilenir misiniz, dedi.
Sürecek....
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
21 Ağustos 2011 Pazar
Miltiyadis Nomidis, sahaflık tarihi derken, Constantin I.'e, Roma İmparatorluğu ve İstanbul'a sıra geldi. Uğur Bey söyleşisi 4. bölüm; 45. yayın
Sözlü bellek diyorlar, ağız tadı anlatıcıları.
Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa, kişiden kişiye sözle giden ve bellekte kalan anlatıyı yapanlara eskiden kıssahan denirdi.
İyi de elindeki o kitap nasıl ortaya çıktı? Harf olma şansına erişen seslerle ortaya çıktı. Bu tümce şunu verir! Her ses harf olma şansına erişti mi? Elbette abece simgeleri değildir ilk keşif. İnsanlık keşif peşinde koşarken, neler oldu neler. Bir sesten öteki sese geçen notalar gibi bu evrilme, yıllar yılı akıp duruyor insanlığın belleğinde, kolay mı! Yazıdan önce abece, yazı sesten sonra gelir. Dahası var; yazı, insan sesi ile başlayan tarih felsefesidir.
Bir ses, tını, sonra bir daha, zincirin halkaları gibi tutunarak geldiler. Ses hızını aşan sözcükler, yazılıdır. Bir kitap elimize gelir de, nasıl, işte böyle çıkar gelir. Düşünceyi açıklayan ve onu aşan ses toplamıdır. Çok uzun bir yoldan geldiğini böyle anlarız onun. Ses olarak kalanlar yok olur çünkü. Dahi deliler ve veliler, ses yok olmasın diye yaşamayı bile unuttular. Seslerin toplamı olan kitaplar geride kaldı. Bu kitapların toplandığı yerlerden biri de Librairie de Pera. Pera Kitabevi. Kitabevinin tarihi 1900'lü yılların başına uzanıyor. Kurucusu Adolf Plathner. Alman asıllı bir levanten olduğu sanılıyor.
Değerli İzleyici,
Söyleşiler de arka arkaya geliyor. Söyleşi coşkusu başka. Ben söyleşi ateşi diyorum. Ayrıca Türkçe konuşma dilinde romantizm de var. Türkçenin doğal ritmindeki romantizm coşturucudur. Bizim insanımız yaşayarak capcanlı konuşur. Bu canlı, dinamik söyleşiler burada sürüyor. Uğur Bey'i biraz daha tanıdık. Geçende yayımlanan söyleşide iki, üç, dört ayrı koldan Beyoğlu sahaflar tarihine doğru yürüdük. Kitap, sahaf derken ne demek istiyoruz, bu söyleşilerin doğal akışı oraya doğru yol alıyor. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yer olan Beyoğlu'lundan sahaflar da geçti, diyebilmek için. Beyoğlu insan ve kültür tarihi hazinesi üzerindeki en güçlü halkaya sarılan vu bunu günümüze taşyan Uğur Bey yine karşımızda. Söyleşinin sıcak, canlı ritmini bozmadan birlikte izleyelim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 21 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluConstantinus I., burayı boşuna mı başkent yapıyor...
Tabii Constantinus I burayı Neo Roma yapıyor.
Neden, burayı başkent yapıyor, Uğur Bey, buraya girdik!
O tabii bizim sahaflık konumuzun çok dışına çıkıyor ama..
Sahaflık ayrı bir tarih değil, konu sahafa bağlı, kitaba bağlı tüm bunlar.. bunları anlamadan kitabı nasıl anlayacağız. 400 yıl bildiğimiz kadarıyla Anadolu Latince yazıyor. Hıristiyanlığın doğuş yeri de Kapadokya. Büyük Basileios boşuna mı orada? Pagan Constantinus I. niçin burayı başkent yaptı; yazı, kitap, sahaf açısından önemli değil mi Uğur Bey?
Tabii yani Hıristiyanlığın varolduğu ve Roma sistemiyle temas kurduğu yer burası, Anadolu yani. Paganizmin büyük bir olasılıkla bunda çok büyük etkisi var diye düşünüyorum şundan dolayı: Batı Roma’nın baş şehri olan Roma’da o zaman bir geçiş dönemi var. Roma’nın hıristiyanlığa doğru geçişi, ya da hıristiyanlığın Roma’ya geçişi diye bir şey söz konusu ve Roma’da kurulmuş statüler var diye düşünüyorum. Orda belki çok güçlü pagan aileler, pagan oluşumlar var. Ve onlarla mücadele etmek yerine Constantin I. Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş bir idari yapıyı Roma’dan daha uzak bir yerde kurmayı tercih etmiş olabilir diye düşünüyorum ve bunu çok doğru görüyorum. Ayrıca, Constantinopolis, yani burası birçok açıdan coğrafi olarak Roma’dan çok daha olanaklı. İşte bir doğal limanı var Haliç gibi, zaten bu en son Yenikapı deniz kazılarından sonra şehrin tarihi milattan önce 8000’lere gitti, düşünebiliyor musunuz, Romalılardan önce.. korkunç bir şey. yani dünyada böyle bir şehir yok...
Evet işte üç imparatorluk geçirmiş böyle eşsiz bir başkentte kitaplar ve sahaflar oldu. Bir yazar olarak diyorum ki kitap arkeolojisi de olabilir mi?
Kitabın arkeolojisi olabilir tabii, sosyolojisi de olur, kitabın her şeyi olabilir. Bir olgu yani kitap her şeyden önce, onun kültür tarihi içinde bir yeri, tarihi var onun teknolojisi var onun sosyolojisi var insanın kitapla kurduğu ilişkilerin kategorileri var, biblioman diyoruz mesela, manyak diyoruz psikolojisi de var demek ki dolayısıyle, kitabın arkeolojisi niye olnasın.
‘Biblioman diyoruz mesela, manyak...’ Kitap hayranları için ya da kitap düşkünleri için ilginç şeyler söylendi mecnun, tanımı kullanıldı, kimileri de aynen böyle manyak diyor.
İşte manyak, işte şey yani frenkçesi.. arapçası mecnun..
Arapçası, Türkçesi.. Türkçesi işte düşkünü.. tabii orda bir durum var, manik bir durum var, mecnun olmak manik durumla ilgili...
Erkekle kadın arasında manik fark var mı Uğur Bey?
Var! Erkekte daha çok manik. Biz şöyle trajik öykülerle de karşılaşmışızdır, ‘allah gecinden versin derler,’ adam ölür, birkaç gün içerisinde kitaplığı sahaflar çarşısına gazlanır giderdi. Ben bunlara çok şahit oldum.
Adam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Şurdan başlayım, benim şimdi siyasalda okurken, hocam rahmetli Tarık Zafer Tunaya’ydı, çok önemli bir anayasa hukukçusudur biliyorsunuz. Derdi, işte.. çocuklar, kitabın üç tane büyük düşmanı vardır, bir tanesi su, bir tanesi ateş, öbürü de ondan sonra kadın derdi. Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle beraberlikle başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.
Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa, kişiden kişiye sözle giden ve bellekte kalan anlatıyı yapanlara eskiden kıssahan denirdi.
İyi de elindeki o kitap nasıl ortaya çıktı? Harf olma şansına erişen seslerle ortaya çıktı. Bu tümce şunu verir! Her ses harf olma şansına erişti mi? Elbette abece simgeleri değildir ilk keşif. İnsanlık keşif peşinde koşarken, neler oldu neler. Bir sesten öteki sese geçen notalar gibi bu evrilme, yıllar yılı akıp duruyor insanlığın belleğinde, kolay mı! Yazıdan önce abece, yazı sesten sonra gelir. Dahası var; yazı, insan sesi ile başlayan tarih felsefesidir.
Bir ses, tını, sonra bir daha, zincirin halkaları gibi tutunarak geldiler. Ses hızını aşan sözcükler, yazılıdır. Bir kitap elimize gelir de, nasıl, işte böyle çıkar gelir. Düşünceyi açıklayan ve onu aşan ses toplamıdır. Çok uzun bir yoldan geldiğini böyle anlarız onun. Ses olarak kalanlar yok olur çünkü. Dahi deliler ve veliler, ses yok olmasın diye yaşamayı bile unuttular. Seslerin toplamı olan kitaplar geride kaldı. Bu kitapların toplandığı yerlerden biri de Librairie de Pera. Pera Kitabevi. Kitabevinin tarihi 1900'lü yılların başına uzanıyor. Kurucusu Adolf Plathner. Alman asıllı bir levanten olduğu sanılıyor.
Değerli İzleyici,
Söyleşiler de arka arkaya geliyor. Söyleşi coşkusu başka. Ben söyleşi ateşi diyorum. Ayrıca Türkçe konuşma dilinde romantizm de var. Türkçenin doğal ritmindeki romantizm coşturucudur. Bizim insanımız yaşayarak capcanlı konuşur. Bu canlı, dinamik söyleşiler burada sürüyor. Uğur Bey'i biraz daha tanıdık. Geçende yayımlanan söyleşide iki, üç, dört ayrı koldan Beyoğlu sahaflar tarihine doğru yürüdük. Kitap, sahaf derken ne demek istiyoruz, bu söyleşilerin doğal akışı oraya doğru yol alıyor. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yer olan Beyoğlu'lundan sahaflar da geçti, diyebilmek için. Beyoğlu insan ve kültür tarihi hazinesi üzerindeki en güçlü halkaya sarılan vu bunu günümüze taşyan Uğur Bey yine karşımızda. Söyleşinin sıcak, canlı ritmini bozmadan birlikte izleyelim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 21 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluConstantinus I., burayı boşuna mı başkent yapıyor...
Tabii Constantinus I burayı Neo Roma yapıyor.
Neden, burayı başkent yapıyor, Uğur Bey, buraya girdik!
O tabii bizim sahaflık konumuzun çok dışına çıkıyor ama..
Sahaflık ayrı bir tarih değil, konu sahafa bağlı, kitaba bağlı tüm bunlar.. bunları anlamadan kitabı nasıl anlayacağız. 400 yıl bildiğimiz kadarıyla Anadolu Latince yazıyor. Hıristiyanlığın doğuş yeri de Kapadokya. Büyük Basileios boşuna mı orada? Pagan Constantinus I. niçin burayı başkent yaptı; yazı, kitap, sahaf açısından önemli değil mi Uğur Bey?
Tabii yani Hıristiyanlığın varolduğu ve Roma sistemiyle temas kurduğu yer burası, Anadolu yani. Paganizmin büyük bir olasılıkla bunda çok büyük etkisi var diye düşünüyorum şundan dolayı: Batı Roma’nın baş şehri olan Roma’da o zaman bir geçiş dönemi var. Roma’nın hıristiyanlığa doğru geçişi, ya da hıristiyanlığın Roma’ya geçişi diye bir şey söz konusu ve Roma’da kurulmuş statüler var diye düşünüyorum. Orda belki çok güçlü pagan aileler, pagan oluşumlar var. Ve onlarla mücadele etmek yerine Constantin I. Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş bir idari yapıyı Roma’dan daha uzak bir yerde kurmayı tercih etmiş olabilir diye düşünüyorum ve bunu çok doğru görüyorum. Ayrıca, Constantinopolis, yani burası birçok açıdan coğrafi olarak Roma’dan çok daha olanaklı. İşte bir doğal limanı var Haliç gibi, zaten bu en son Yenikapı deniz kazılarından sonra şehrin tarihi milattan önce 8000’lere gitti, düşünebiliyor musunuz, Romalılardan önce.. korkunç bir şey. yani dünyada böyle bir şehir yok...
Evet işte üç imparatorluk geçirmiş böyle eşsiz bir başkentte kitaplar ve sahaflar oldu. Bir yazar olarak diyorum ki kitap arkeolojisi de olabilir mi?
Kitabın arkeolojisi olabilir tabii, sosyolojisi de olur, kitabın her şeyi olabilir. Bir olgu yani kitap her şeyden önce, onun kültür tarihi içinde bir yeri, tarihi var onun teknolojisi var onun sosyolojisi var insanın kitapla kurduğu ilişkilerin kategorileri var, biblioman diyoruz mesela, manyak diyoruz psikolojisi de var demek ki dolayısıyle, kitabın arkeolojisi niye olnasın.
‘Biblioman diyoruz mesela, manyak...’ Kitap hayranları için ya da kitap düşkünleri için ilginç şeyler söylendi mecnun, tanımı kullanıldı, kimileri de aynen böyle manyak diyor.
İşte manyak, işte şey yani frenkçesi.. arapçası mecnun..
Arapçası, Türkçesi.. Türkçesi işte düşkünü.. tabii orda bir durum var, manik bir durum var, mecnun olmak manik durumla ilgili...
Erkekle kadın arasında manik fark var mı Uğur Bey?
Var! Erkekte daha çok manik. Biz şöyle trajik öykülerle de karşılaşmışızdır, ‘allah gecinden versin derler,’ adam ölür, birkaç gün içerisinde kitaplığı sahaflar çarşısına gazlanır giderdi. Ben bunlara çok şahit oldum.
Adam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Şurdan başlayım, benim şimdi siyasalda okurken, hocam rahmetli Tarık Zafer Tunaya’ydı, çok önemli bir anayasa hukukçusudur biliyorsunuz. Derdi, işte.. çocuklar, kitabın üç tane büyük düşmanı vardır, bir tanesi su, bir tanesi ateş, öbürü de ondan sonra kadın derdi. Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle beraberlikle başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
Sahaflar Tarihi diyoruz! Tarih serüveni kesik bir yerden ötekine atlamaz. Uğur Bey söyleşisi; 3. bölüm: 44.yayın
Beyoğlu sahaflar tarihine daha yakın bir yerdeyiz. Salt sahaflar da değil, Beyoğlu insan ve kültür tarihi de burada. Gerçekten de bir hazine üstündeyiz. Aralık, 2009’da başladığımız kitap sahaf Beyoğlu arkeolojik kazılarında bir bulgudan ötekine yürüye iz süre buraya geldik. Zincir halkaları diyorum, işte bu nokta da güçlendi.
İki gün önceki yayında kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisinde hazinelerden, definelerden söz ettim. Kırk yıllık sahaf sözüne aşağıda açıklık vereceğim.
Talya Nomidis, 1984'te dükkanını gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a devreder, bir belge. Bu belgede ‘gedikli müşteri ve müdavim’ sözcükleri var.
Bu ne demektir? Tarih serüveni kesik bir yerden ötekine atlamaz. Bir şeyin içinde sürer oluşan öteki süreç. Bu bireylik de olur kitlesel de. Bireylik, öteki bir bireyin yaşamı içinde yoğrulur. Zincirin halkaları bireylik sarmalında iki, üç, beş vb. kez farklı yerlerden her iki bireyi de dokur. Dokur, dokumak eylemliği düpedüz. Kilim dokumak diyelim.
Güracar, farkına varmadan belki, Talya Hanım’ın öğrencisi olmuştur. 1984'te dükkanını müdavimlerinden Uğur Bey'e devreden Talya Hanım, o gün 29 yaşında olan Uğur Bey'in oraya her gelişinde ve belli bir süreç boyunca, bu genç adamın bireyliğini inceden inceye dokumuştur. Karşılıkllı bir oluşumdur bu, fakat güçlü olan ötekini etkiler. Böylece, eksik 'kırk yıllık sahaf' sözü doğrulanır. Sahaflar tarihi diyoruz. Yaşanan dönemi paylaşanlar arası rekabeti biliyor muyuz?
Yazarlar, ressamlar böyledir. Çağdaşlarını görmemek ve onları göstermemek bu ülkede bir gelenektir de. Bunu neden söylüyorum! Nomidis, Nomidis diyoruz da, onun nerede doğup yaşadığını, geride ne bıraktığını biliyor muyuz?
Aralık 2009’da başladığım kitap sahaf Beyoğlu arkeolojik kazısında, yoğun kazı yapan yorgun arkeologlar gibi ancak ve güç bela Nomidis dükkanına daha dün geldim.
Talya Nomidis diyoruz, Uğur Bey diyoruz, bunların bireylik tarihleri ile oluşan sahaflık tarihimizi göremiyoruz. Bu olay Uğur Bey olayı değil, Beyoğlu sahaflık ve kültür tarihidir. Talya Hanım neden önemlidir? Babası olduğu için değil, Beyoğlu sahaflığının en güçlü halkası Miltiyadis Nomidis'in kültür varlığı olan sahaf dükkanını sırtlanmış ve bir bayrak yarışı gibi getirip yeni bir koşucuya bu bayrağı gururla ve onurla vermiştir.
Böyle ise zincirin tümüne bakacağız. Arada zayıf halkalar, güçlü taşıyıcı halkalar var. Nomidis ailesi en güçlü halka. Uğur Bey bu en güçlü halkaya takılmış. Beyoğlu insan ve kültür tarihi burada ve bir hazine üstündeyiz,’ dedim.
Şimdi bu vargımın adresi çıktı ortaya. Diyeceksiniz ki bundan ne çıkar, birkaç ayrı şey çıktığını bu kısa deneme ile gördük. Sahaflar tarihi, bireylik tarihi değil, Beyoğlu insan ve kültür tarihidir ve böyle olduğu için bireylerle yükselen bir hazinedir. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 20 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluUğur Bey, sahaflıkla ilgili bir alana geçersek, sahaf neyle ilgileniyor ya da sahaf nasıl oluyor?
Sahaf eski kitapla ilgilenir, sahaf tabii Arapça bir kelime. Sahaf, sahifeden geliyor, malum. Kitap, yani.. kitap, sahifeler.. çünkü eskiden, kitaptan evvel sayfalar vardı, yapraklar vardı, bilmem.. formalar vardı. Filan falan.. papirüsler falan, böyle, ordan.. sahifeden gelen bir şey. Sahaf, sahifeleri toplayan filan bir adam belki bilemiyorum, o da olabilir. Yani bunlar somut bilgi değil, bir yerden aldığım. Ama düşünüyorum, neden kitap, çünkü kitap da Arapça, sahife de Arapça. Neden sahaf, çünkü sahaf, eski yeni ayırt etmeksizin kitapçının karşılığı uzun yıllar, yani yüzyıllarca daha doğrusu. Arapça kitapçı diye bir kavram yok, sahaf diye bir kavram var. Kitap satan insan sahaf, çünkü o zamanlar zaten matbaa diye bir şey de yok, el yazısı mel yazısı.. bu el yazısı olan şeyler sonuçta ya 200 sayfa ya birkaç forma vesaire vesaire... yani çok sahifeyle ilgili bir dönemden gelen, çok eski bir kavram, sahaf. Bugünkü anlamıyla eski kitapla uğraşan adam demek.
Sahife, sahaf sözcüklerinden dil konusuna döneceğim. Bir önceki söyleşide ‘..belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma.. ve Uğur adı Roma’dan gelen isim, Roma lisanında bir keşiş aslında,’ dedin. Roma’nın lisanı Latince değil mi?
Latince, Latince. Roma lisanı tabii Latince. Bizim burda hayatımızın bir çok şeyi Latince ve biz bunun farkında değiliz. İsimlerimiz, otlarımızın ismi, hayvanlarımızın ismi.. o kadar çok şey var ki, Latince. Bu ülke böyle biz bu referanslarımıza doğru gitmeye kalktığımızda, önümüze tabii korkunç şeyler çıkıyor. İşte bu Türkistan sentezleri, malum hikayeler. Bu ülkede Türk de var Hıristiyan da var, her şey var. Zaten bu ülkenin özelliği ve güzelliği ve zenginliği burda. Fakat arkamızı döndüğümüz zaman, bu işin Roma’sına, çok şey kaybediyoruz, öyle böyle değil yani çok şey kaybediyoruz. Çünkü sonuçta bu topraklardaki Müslüman gelenek, 1071’den ya da 1000’li yıllardan itibaren diyelim, öbür taraf milattan önce 3000’den başlıyor. Şimdi.. işin matematiği de böyle bir şey.
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
İki gün önceki yayında kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisinde hazinelerden, definelerden söz ettim. Kırk yıllık sahaf sözüne aşağıda açıklık vereceğim.
Talya Nomidis, 1984'te dükkanını gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a devreder, bir belge. Bu belgede ‘gedikli müşteri ve müdavim’ sözcükleri var.
Bu ne demektir? Tarih serüveni kesik bir yerden ötekine atlamaz. Bir şeyin içinde sürer oluşan öteki süreç. Bu bireylik de olur kitlesel de. Bireylik, öteki bir bireyin yaşamı içinde yoğrulur. Zincirin halkaları bireylik sarmalında iki, üç, beş vb. kez farklı yerlerden her iki bireyi de dokur. Dokur, dokumak eylemliği düpedüz. Kilim dokumak diyelim.
Güracar, farkına varmadan belki, Talya Hanım’ın öğrencisi olmuştur. 1984'te dükkanını müdavimlerinden Uğur Bey'e devreden Talya Hanım, o gün 29 yaşında olan Uğur Bey'in oraya her gelişinde ve belli bir süreç boyunca, bu genç adamın bireyliğini inceden inceye dokumuştur. Karşılıkllı bir oluşumdur bu, fakat güçlü olan ötekini etkiler. Böylece, eksik 'kırk yıllık sahaf' sözü doğrulanır. Sahaflar tarihi diyoruz. Yaşanan dönemi paylaşanlar arası rekabeti biliyor muyuz?
Yazarlar, ressamlar böyledir. Çağdaşlarını görmemek ve onları göstermemek bu ülkede bir gelenektir de. Bunu neden söylüyorum! Nomidis, Nomidis diyoruz da, onun nerede doğup yaşadığını, geride ne bıraktığını biliyor muyuz?
Aralık 2009’da başladığım kitap sahaf Beyoğlu arkeolojik kazısında, yoğun kazı yapan yorgun arkeologlar gibi ancak ve güç bela Nomidis dükkanına daha dün geldim.
Talya Nomidis diyoruz, Uğur Bey diyoruz, bunların bireylik tarihleri ile oluşan sahaflık tarihimizi göremiyoruz. Bu olay Uğur Bey olayı değil, Beyoğlu sahaflık ve kültür tarihidir. Talya Hanım neden önemlidir? Babası olduğu için değil, Beyoğlu sahaflığının en güçlü halkası Miltiyadis Nomidis'in kültür varlığı olan sahaf dükkanını sırtlanmış ve bir bayrak yarışı gibi getirip yeni bir koşucuya bu bayrağı gururla ve onurla vermiştir.
Böyle ise zincirin tümüne bakacağız. Arada zayıf halkalar, güçlü taşıyıcı halkalar var. Nomidis ailesi en güçlü halka. Uğur Bey bu en güçlü halkaya takılmış. Beyoğlu insan ve kültür tarihi burada ve bir hazine üstündeyiz,’ dedim.
Şimdi bu vargımın adresi çıktı ortaya. Diyeceksiniz ki bundan ne çıkar, birkaç ayrı şey çıktığını bu kısa deneme ile gördük. Sahaflar tarihi, bireylik tarihi değil, Beyoğlu insan ve kültür tarihidir ve böyle olduğu için bireylerle yükselen bir hazinedir. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 20 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluUğur Bey, sahaflıkla ilgili bir alana geçersek, sahaf neyle ilgileniyor ya da sahaf nasıl oluyor?
Sahaf eski kitapla ilgilenir, sahaf tabii Arapça bir kelime. Sahaf, sahifeden geliyor, malum. Kitap, yani.. kitap, sahifeler.. çünkü eskiden, kitaptan evvel sayfalar vardı, yapraklar vardı, bilmem.. formalar vardı. Filan falan.. papirüsler falan, böyle, ordan.. sahifeden gelen bir şey. Sahaf, sahifeleri toplayan filan bir adam belki bilemiyorum, o da olabilir. Yani bunlar somut bilgi değil, bir yerden aldığım. Ama düşünüyorum, neden kitap, çünkü kitap da Arapça, sahife de Arapça. Neden sahaf, çünkü sahaf, eski yeni ayırt etmeksizin kitapçının karşılığı uzun yıllar, yani yüzyıllarca daha doğrusu. Arapça kitapçı diye bir kavram yok, sahaf diye bir kavram var. Kitap satan insan sahaf, çünkü o zamanlar zaten matbaa diye bir şey de yok, el yazısı mel yazısı.. bu el yazısı olan şeyler sonuçta ya 200 sayfa ya birkaç forma vesaire vesaire... yani çok sahifeyle ilgili bir dönemden gelen, çok eski bir kavram, sahaf. Bugünkü anlamıyla eski kitapla uğraşan adam demek.
Sahife, sahaf sözcüklerinden dil konusuna döneceğim. Bir önceki söyleşide ‘..belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma.. ve Uğur adı Roma’dan gelen isim, Roma lisanında bir keşiş aslında,’ dedin. Roma’nın lisanı Latince değil mi?
Latince, Latince. Roma lisanı tabii Latince. Bizim burda hayatımızın bir çok şeyi Latince ve biz bunun farkında değiliz. İsimlerimiz, otlarımızın ismi, hayvanlarımızın ismi.. o kadar çok şey var ki, Latince. Bu ülke böyle biz bu referanslarımıza doğru gitmeye kalktığımızda, önümüze tabii korkunç şeyler çıkıyor. İşte bu Türkistan sentezleri, malum hikayeler. Bu ülkede Türk de var Hıristiyan da var, her şey var. Zaten bu ülkenin özelliği ve güzelliği ve zenginliği burda. Fakat arkamızı döndüğümüz zaman, bu işin Roma’sına, çok şey kaybediyoruz, öyle böyle değil yani çok şey kaybediyoruz. Çünkü sonuçta bu topraklardaki Müslüman gelenek, 1071’den ya da 1000’li yıllardan itibaren diyelim, öbür taraf milattan önce 3000’den başlıyor. Şimdi.. işin matematiği de böyle bir şey.
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
19 Ağustos 2011 Cuma
Beyoğlu sahaflar tarihine doğru gidiyoruz. Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi sahibi Uğur Güracar söyleşisi sürüyor; 43. yayın
Miltiyadis Nomidis'e en yakın yerdeyiz. Hani sanki bir hazine var da, bir aletle yerden ses dinliyor, elektro manyetik ölçümle arazi keşfi yapıyoruz.
Defineciler modernize olmuşlar, toprağın ruhunu bile elekten alıyorlar. Hazineler gittiğine göre geride ne kaldı? Kitaplar... Kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisi belli bir kıvamda devam ediyor. Miltiyadis Nomidis ile tanışmamış, fakat onun kızı Talya ile tatlı anıları var Uğur Bey'in. Ben inanıyorum, bir gün Nomidis ailesi ve Beyoğlu sahaflık sanatı diye bir konferans olacaksa, Uğur Bey sahneyi dolduracak. Şimdiden alkışla onu buradaki blog sahnesine alıyorum. Nomidis ailesi kaç yıldır bekliyor, biraz daha beklesin bu satırların yazarını.
Uğur Bey'i biraz daha tanıyalım. Geçende yayımlanan söyleşide tuhaf bir soru, barikatları aşarak Uğur Bey'e sokuldu. Ben de durduramadım bu tuhaf soruyu.
'Günümüzde Türkiye’de sahaf var mı Uğur Bey?’ Bir kahkaha tufanı ile: ‘Günümüzde sahaf! Bendeniz, işte sahafım. Hasbelkader sahafım yani..işte' dedi Uğur Bey.
Bu karşılaşmadaki içtenlikli hava, söyleşiyi kitapların da hoşnut kalacağı bir yere alıp götürdü. Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi sahibi Uğur Bey söyleşisini izliyoruz. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yerdeyiz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 19 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluKitap nasıl algılanmalı, nasıl tanımlayalım Uğur Bey?
Kitap, şimdi, çok yönlü bir obje bir olgu. Yani bunun o kadar çok yönü var ki, mesela kitap para eder, para etmesi yönünden onu satacak tüccarı ilgilendirir. Kitap eğlencelidir, renklidir, göz alıcıdır, insanın görselliğini tatmin edebilir. Adam fetişisttir, kitapla öyle bir ilişki mesela kurabilir. Fetişist derken salt cinsellik bağlamında bahsettmiyorum, ayrıca, bu.. kitabın cildi bir fetiştir, kitabın hurufatı bir fetiş olabilir, kitabın macerası da ayrı bir fetiş olabilir, kitabın ortaya çıkması... Örneğin şimdi siz bir edebiyatçı olarak... belki sizin ilk kitabınızın ortaya çıkması... yani, mesela fetiş niteliği var. Yani, Tekin Sönmez’i Tekin Sönmez yapan şeydir o. Dolayısıyla böyle ilk baskılar dediğimiz, böyle bir alem vardır mesela, o bambaşka bir şeydir. O arkasında öyküsüyle beraber gelen bir kitap dünyasıdır.
‘Hasbelkader sahafım!'. Uğur Bey sahaflıktan pişman mı?
Yoo, asla pişman değilim. Asla pişman değilim. İstediğim bir şeyi yapıyorum, mecbur kaldığım için yapmıyorum. Ben aşağı yukarı otuz seneden beri bu işi yapıyorum. Usta çırak ilişkisi dolayısıyla tebaruz ettiğim bir işi de yapmıyorum. İşte, hem mühendislik okuudum, hem siyasal bilgiler okudum, ama ne bir dakika mühendislik yaptım, ne bir dakika kaymakamlık yaptım, ya da işte mal müdürlüğü yaptım...
Kitaplar belki ikisini de aşıyor ve zorluyor Uğur Bey’i...
Tabii, yani bu ülkede bu işi yapmak gerçekten zor. Rahmetli Çelik Gülersoy’un böyle çok karamsar saptamaları vardı bu ülkeyle iligli, burası bir kültür çölü filan derdi. Ben hatta bir gün kendi yaptığım işle iligli olarak Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorum demiştim, o da körler mahallesinde ayna satmak daha doğru, dedi ki böyle matrak da bir adamdı.
Bu çölleşme düşüncesi! Neden? Roma, arkasından Bizans. Osmanlı, üç imparatorluk burası...
Şu an, şimdi siz o kadar doğru ve gerçek bir şeyden bahsediyorsunuz ki, Roma diyorsunuz. Bence belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma. Benim adım Roma ismi biliyorsunuz Uğur adı Roma’dan gelen isim Augur’dan gelir mesela. İşte kahindir, olumlu şeylerin haberini veren kahin kuşudur. Ordan Fransızcaya geçmiştir, İtalyancaya, Almancaya geçmiştir. Augur, Roma lisanında bir keşiş aslında...
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Defineciler modernize olmuşlar, toprağın ruhunu bile elekten alıyorlar. Hazineler gittiğine göre geride ne kaldı? Kitaplar... Kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisi belli bir kıvamda devam ediyor. Miltiyadis Nomidis ile tanışmamış, fakat onun kızı Talya ile tatlı anıları var Uğur Bey'in. Ben inanıyorum, bir gün Nomidis ailesi ve Beyoğlu sahaflık sanatı diye bir konferans olacaksa, Uğur Bey sahneyi dolduracak. Şimdiden alkışla onu buradaki blog sahnesine alıyorum. Nomidis ailesi kaç yıldır bekliyor, biraz daha beklesin bu satırların yazarını.
Uğur Bey'i biraz daha tanıyalım. Geçende yayımlanan söyleşide tuhaf bir soru, barikatları aşarak Uğur Bey'e sokuldu. Ben de durduramadım bu tuhaf soruyu.
'Günümüzde Türkiye’de sahaf var mı Uğur Bey?’ Bir kahkaha tufanı ile: ‘Günümüzde sahaf! Bendeniz, işte sahafım. Hasbelkader sahafım yani..işte' dedi Uğur Bey.
Bu karşılaşmadaki içtenlikli hava, söyleşiyi kitapların da hoşnut kalacağı bir yere alıp götürdü. Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi sahibi Uğur Bey söyleşisini izliyoruz. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yerdeyiz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 19 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluKitap nasıl algılanmalı, nasıl tanımlayalım Uğur Bey?
Kitap, şimdi, çok yönlü bir obje bir olgu. Yani bunun o kadar çok yönü var ki, mesela kitap para eder, para etmesi yönünden onu satacak tüccarı ilgilendirir. Kitap eğlencelidir, renklidir, göz alıcıdır, insanın görselliğini tatmin edebilir. Adam fetişisttir, kitapla öyle bir ilişki mesela kurabilir. Fetişist derken salt cinsellik bağlamında bahsettmiyorum, ayrıca, bu.. kitabın cildi bir fetiştir, kitabın hurufatı bir fetiş olabilir, kitabın macerası da ayrı bir fetiş olabilir, kitabın ortaya çıkması... Örneğin şimdi siz bir edebiyatçı olarak... belki sizin ilk kitabınızın ortaya çıkması... yani, mesela fetiş niteliği var. Yani, Tekin Sönmez’i Tekin Sönmez yapan şeydir o. Dolayısıyla böyle ilk baskılar dediğimiz, böyle bir alem vardır mesela, o bambaşka bir şeydir. O arkasında öyküsüyle beraber gelen bir kitap dünyasıdır.
‘Hasbelkader sahafım!'. Uğur Bey sahaflıktan pişman mı?
Yoo, asla pişman değilim. Asla pişman değilim. İstediğim bir şeyi yapıyorum, mecbur kaldığım için yapmıyorum. Ben aşağı yukarı otuz seneden beri bu işi yapıyorum. Usta çırak ilişkisi dolayısıyla tebaruz ettiğim bir işi de yapmıyorum. İşte, hem mühendislik okuudum, hem siyasal bilgiler okudum, ama ne bir dakika mühendislik yaptım, ne bir dakika kaymakamlık yaptım, ya da işte mal müdürlüğü yaptım...
Kitaplar belki ikisini de aşıyor ve zorluyor Uğur Bey’i...
Tabii, yani bu ülkede bu işi yapmak gerçekten zor. Rahmetli Çelik Gülersoy’un böyle çok karamsar saptamaları vardı bu ülkeyle iligli, burası bir kültür çölü filan derdi. Ben hatta bir gün kendi yaptığım işle iligli olarak Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorum demiştim, o da körler mahallesinde ayna satmak daha doğru, dedi ki böyle matrak da bir adamdı.
Bu çölleşme düşüncesi! Neden? Roma, arkasından Bizans. Osmanlı, üç imparatorluk burası...
Şu an, şimdi siz o kadar doğru ve gerçek bir şeyden bahsediyorsunuz ki, Roma diyorsunuz. Bence belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma. Benim adım Roma ismi biliyorsunuz Uğur adı Roma’dan gelen isim Augur’dan gelir mesela. İşte kahindir, olumlu şeylerin haberini veren kahin kuşudur. Ordan Fransızcaya geçmiştir, İtalyancaya, Almancaya geçmiştir. Augur, Roma lisanında bir keşiş aslında...
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
16 Ağustos 2011 Salı
Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi, söylenceler zincirinin yaşandığı yer. Uğur Güracar söyleşisi; 42.yayın
Söyleşiye yalın bir dille dosdoğru açıktan girdim: ‘Günümüzde Türkiye’de sahaf var mı Uğur Bey,’ dedim. Çevreye baktım.
Bir kahkaha tufanı ile: ‘Günümüzde sahaf!
Tekin Bey, bendeniz, işte sahafım. Hasbelkader sahafım yani..işte' dedi.
İkirciksiz içtenlikle gelen bir sesti bu. Doğaçtan bir ses bu kez benim içimde coştu tutamadım kendimi, dedim ki: 'Peki mutlu musun yani, mutlu musun Uğur Bey?' Kitap neden mutsuz etsin insanları, diye hızla düşündüğüm sırada o yanıt verdi.
“Ben mutluyum! Mutluyum, şöyle, ben istediğim bir şeyi yapıyorum. Romantik bir şey yani benim için. Bunu yapmak zorunda olmadım. Belki şu an yapmak zorundayım ama, çünkü misyon gibi de sırtıma yüklendi, vesaire.. bir de artık bu yaştan sonra başka bir şey yapabilme şansım olmadığı gibi.. böyle bir şansı da zorlamak istemem.”
Değerli İzleyici,
Kitaplarla olan söylenceleri pek çok yerde dinledim. Her söylence bir kitap adı ile açılır, bir kitap sayfasının kapanışı gibi yarı açık durur. İnsanlar kitaplara, kitaplar da insanlara benzer, sözünden sonra bunu böyle algılar oldum. Neden insanlar kitaplara benzer? Bence de asıl soru budur! Söylence insan, söylence kitap olur ve bir sahafın en yakın yaşam alanında gelir durur. Başka yeri yoktur kitabın. Evsiz, yurtsuz ocaksız kaldığında o kitap bir sahaf yaşamına sığınır.Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi de böyle bir kitap sığınma yurdudur. Şöyle ki, yüz yıla bile sığmayan taşan bir efsane ocağıdır da burası. Miltiyadis Nomidis öncesine dayanır efsaneler ve yaşadığı dönemde onun çok tanınmış bir Bizantolog olduğu da bilinir. Librairie de Pera’yı 1984 yılına kadar Talya Nomidis yönetir ve gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a o yıl kitabevini devreder. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yer. Söyleşiyi izleyelim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 16 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluUğur Bey ailede ne var, anne, baba.. sahaflık var mı, arkaik bir İstanbul var mı ailede?
Anne tarafım evet, birkaç yüzyıldır İstanbullu.
Ya kitap? Kitaplı bir ortam var mıydı, çocuklukta?
Kitap okunurdu yani, şöyle bir şey var mesela. Annem beni uyutmak için, benim okuma yazma bilmediğim çağımda İnce Memed’i okumuştur bana.
Farklı ortamlara doğanlar için farklı yollar belirir de...
Tabii tabii, kitap şu! Nermi Uygur, biliyorsunuz felsefeci, onun çok güzel bir tabiri vardır, kitap tek kişilik bir yangındır, der. Hakkaten kitabın böyle bir özelliği var, yakar insanı.. böyle tutuşturur. Kitabın yakıcı, tutuşturucu özelliğinden ben de nasibimi aldım. Evet, iki defa okudum, iki farklı formasyon aldım. İki farklı diplomam var, fakat ikisini de yapmadım.
Nasıl oldu, neden oldu diye sorulmaz, özel nedeni vardır! Şöyle bakalım, kitapların içinde bir dünya mı doğum yeri?
Kitapların içine doğdum şöyle sayılabilir, çünkü evimde hep kitap vardı. Yani evimde babam kitap okurdu, annem kitap okurdu, yani kitabı olan bir evdi. Kitabı, hayvanı olan bir ailede büyüdüm, büyük bir ailede büyüdüm. İşte, bir memur ailesi, orta halli.. Kitap hep vardı yani.. Kitap vardı, evet, kitabın, sözün olduğu bir hayatın içinde oldum. Tekin Bey, gerek o içine doğmuş olduğum ortam, gerekse esas olarak sonraki maceram, yani işte tahsilim, vesaire vesaire.. öyle kitaplarla içiçe geçen bir dönemdi.
Sürecek...
Söyleşi, 12 Ağustos 2011 İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Bir kahkaha tufanı ile: ‘Günümüzde sahaf!
Tekin Bey, bendeniz, işte sahafım. Hasbelkader sahafım yani..işte' dedi.
İkirciksiz içtenlikle gelen bir sesti bu. Doğaçtan bir ses bu kez benim içimde coştu tutamadım kendimi, dedim ki: 'Peki mutlu musun yani, mutlu musun Uğur Bey?' Kitap neden mutsuz etsin insanları, diye hızla düşündüğüm sırada o yanıt verdi.
“Ben mutluyum! Mutluyum, şöyle, ben istediğim bir şeyi yapıyorum. Romantik bir şey yani benim için. Bunu yapmak zorunda olmadım. Belki şu an yapmak zorundayım ama, çünkü misyon gibi de sırtıma yüklendi, vesaire.. bir de artık bu yaştan sonra başka bir şey yapabilme şansım olmadığı gibi.. böyle bir şansı da zorlamak istemem.”
Değerli İzleyici,
Kitaplarla olan söylenceleri pek çok yerde dinledim. Her söylence bir kitap adı ile açılır, bir kitap sayfasının kapanışı gibi yarı açık durur. İnsanlar kitaplara, kitaplar da insanlara benzer, sözünden sonra bunu böyle algılar oldum. Neden insanlar kitaplara benzer? Bence de asıl soru budur! Söylence insan, söylence kitap olur ve bir sahafın en yakın yaşam alanında gelir durur. Başka yeri yoktur kitabın. Evsiz, yurtsuz ocaksız kaldığında o kitap bir sahaf yaşamına sığınır.Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi de böyle bir kitap sığınma yurdudur. Şöyle ki, yüz yıla bile sığmayan taşan bir efsane ocağıdır da burası. Miltiyadis Nomidis öncesine dayanır efsaneler ve yaşadığı dönemde onun çok tanınmış bir Bizantolog olduğu da bilinir. Librairie de Pera’yı 1984 yılına kadar Talya Nomidis yönetir ve gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a o yıl kitabevini devreder. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yer. Söyleşiyi izleyelim.
Sevgi içtenlik...
Tekin SonMez, 16 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluUğur Bey ailede ne var, anne, baba.. sahaflık var mı, arkaik bir İstanbul var mı ailede?
Anne tarafım evet, birkaç yüzyıldır İstanbullu.
Ya kitap? Kitaplı bir ortam var mıydı, çocuklukta?
Kitap okunurdu yani, şöyle bir şey var mesela. Annem beni uyutmak için, benim okuma yazma bilmediğim çağımda İnce Memed’i okumuştur bana.
Farklı ortamlara doğanlar için farklı yollar belirir de...
Tabii tabii, kitap şu! Nermi Uygur, biliyorsunuz felsefeci, onun çok güzel bir tabiri vardır, kitap tek kişilik bir yangındır, der. Hakkaten kitabın böyle bir özelliği var, yakar insanı.. böyle tutuşturur. Kitabın yakıcı, tutuşturucu özelliğinden ben de nasibimi aldım. Evet, iki defa okudum, iki farklı formasyon aldım. İki farklı diplomam var, fakat ikisini de yapmadım.
Nasıl oldu, neden oldu diye sorulmaz, özel nedeni vardır! Şöyle bakalım, kitapların içinde bir dünya mı doğum yeri?
Kitapların içine doğdum şöyle sayılabilir, çünkü evimde hep kitap vardı. Yani evimde babam kitap okurdu, annem kitap okurdu, yani kitabı olan bir evdi. Kitabı, hayvanı olan bir ailede büyüdüm, büyük bir ailede büyüdüm. İşte, bir memur ailesi, orta halli.. Kitap hep vardı yani.. Kitap vardı, evet, kitabın, sözün olduğu bir hayatın içinde oldum. Tekin Bey, gerek o içine doğmuş olduğum ortam, gerekse esas olarak sonraki maceram, yani işte tahsilim, vesaire vesaire.. öyle kitaplarla içiçe geçen bir dönemdi.
Sürecek...
Söyleşi, 12 Ağustos 2011 İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
11 Ağustos 2011 Perşembe
'Kitap denince nasıl bir imge oluşuyor, ne duyumsuyorsun,' diyorum. 'Kitap benim için.. damarımdaki kanım,' diyor. Lokman Kaya söyleşisi; 41.yayın
Aslıhan pasajı salt bir kent tarihi için bellek değil. Aslıhan bir ülke tarihi için bellek olma hedefini sürdürüyor.
Çok uzakta değil. Hemen Galatasaray Lisesi ile oluşan dört yola en yakın bir yanı ile. Öteki bir yanı ile 'Çiçek Pasajı''na sır gibi sınırdaş. Sınırdaş yerine sırdaş dersem karşı çıkan olur mu? Karşı çapraz köşede İngiltere Büyük Elçiliği eski giriş kapısına yakın bir yer. Sanırım orayı bulmak çok zor olmayacak. Burası neden önemli? Bellek hazinesi var burada da ondan! Bellek hazinesi de olur mu demeyin!
Hergün biraz daha artan kitaplar, bellek kutuları olarak meraklılarına sunuluyor burada. Eski sözcük ‘hafıza’ yerine bellek odası, bellek kutusu, ya da bellek, sözcüğü yaygınlaştı. Aslıhan bir hafıza odası değil, kayıt altına alınmış, basımı yapılmış bilgiler toplamı için bellek olmaktadır bu ülkeye. Bellek yerine şöyle ki define, ya da hazine diyebiliriz Aslıhan için. Fakat bu kez, defineciler farklı bir algı ile yola çıkar ve Aslıhan, farklı bir çalışma alanı olur. En iyisi yine kitapçılar, sahaflar çarşısı olarak anımsayalım burayı.
Burada çalışanlar, gönül koymuşlar bu işe, seve seve yola çıkmışlar. Kitap/insan diyorum onlara. Bu gönüllülerden Lokman Kaya konuk bugün. Mustafa Güzelgöz’ü idol olarak kabul etmiş. 'Ürgüp bölgesinde eşekli kütüphanecilik yapmıştı,' diyor.
'Onu bir gazetede okumuştum ve çok etkilenmiştim. O gazete parçası hiç aklımdan çıkmadı. 2007’de bir otobüs aldım, kredi çektim, içinin koltuklarını söktüm, katlı raf yaptım, kitap doldurdum. Ege Marmara, Dersim’e kadar gidip 7000 kitabı ücretsiz dağıtıp geldim.'
'Kitap denince nasıl bir imge oluşuyor, ne duyumsuyorsun,' diyorum. 'Kitap benim için.. damarımdaki kanım,' diyor.
Nasıl! Şaşırdınız mı? Öyle kitap ortamına da doğmamış. Malatya, Arapkir, Eymir köyü doğumlu. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ağustos 2011, Beyoğlu, İstanbulLokman Bey, çocukluk.. çevre, kimler vardı, baba ,anne, kitaplar.. nasıl bağlandın kitaba? Kitap mı seni çekti?
Kitap beni çekti, ilkokul üçte başladı kitap tutkum aslında.
Hangi kitap seni çekti, nasıl bir kitaptı bu?
Malatya’da Cumhuriyte İlkokulu üçüncü sınıfta Türkçe hocamız Sevgi Peker bana Sefilleri’i vermişti. Evet, ve çok iyi okuyordum, o zaten beni bağladı, peşinden işte buradayım. Sonrası işte, peşinden neyi okumuştum, Ana’yı okudum dördüncü sınıftı sanırım. Peşinden Bitmeyen Kavga’yı okudum ve Halkevlerine gidip gelmeye başladım...
Lokman Bey, amca dayı, ailede kitap merakı var mı?
Yok, bir tek bende var. Yok! Benim köyümde, Malatya Arapkir Eymir köyü bir tek bende var, diyebilirim.
Damarımdaki kan oluyor, dedin, Lokman Bey!
Evet! Onsuz yaşam olmaz diyorum. Bu büyülü dünyaya girmeyen yaşamıyor, diyorum. Kitapların büyülü dünyasına girmeyen yaşamıyor demektir benim için.
Seni çok etkileyen yazarlardan adlar anımsıyor musun?
Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Orhan Kemal, onlar benim için idol oldular. Tabii ki, yabancı yazarlardan Gorki, Hemingway, Balzak, Boris Peternak...
Yaşayan sahaflardan idol olan üç isim verir misin?
Halil hocam vardır, Turkuaz sahaf vardır, yukarıda Cihan abimiz vardır. Nadir sahaf vardır, iyi insanlardır.
İkinci el kitapların kaderiyle ilgili şeyler işitiyoruz, nerden geliyor bu kitaplar, nasıl oluyor?
İşte mesela haber veriyor, eşi geliyor diyor ki, 'kitaplardan kurtulmak istiyorum' ya da çocukları geliyor.
Eşi.. kocası ölünce başlayan öykü değil mi?
Evet, evet. Yani çok kötü oluyor aslında anlatması da kötü ama... işte bir yıl önce yaşlı bir teyzem geldi, ve dedi ki evlat kitaplar var, alır mısın? Eve girdim, çok güzel kitaplar, dedim ne istiyorsunuz? Dedi aman, al git, hiçbir şey istemem! Teyzeciğim çok değerli bunlar! Yok, yok, dedi, bu çöplerden kurtulayım, para istemiyorum dedi. Üzülerek aldım getirdim...
Kitap hastalığı diye bir şey söylüyorlar. Var mı böyle bir şey?
Şöyle bakıyorum ben ona, kitap tutkusu başladığında bir daha ayrılamıyorsun. Geriye dönüş yok. Yok yok yok. o tozu yuttuğunda, geriye dönüşü yok.
Lokman Bey çeşitli adlar veriliyor bunun adını koyalım mı? Tutku.. aşk düzeyinde mi?
Aşktan daha farklı, bu çok daha özel bir şey yani. Kitapla kurulan bağ kopmaz yani, koparsa zaten o bağı kuran kişinin yaşamıyor olması gerekiyor. Evet, yani o kadar net, yani ben diyorum, benim kanım, kitaplar, diyorum.
Otobüsü kitap doldurdum, dedin. İkinci el kitaplar değil mi?
İkinci el ama kredi çektik şimdi toparlamaya çalışıyoruz, otobüsümüz duruyor. Mustafa Güzelgöz, neden o gün eşekle yapmış da biz bugün bunu arabayla yapmıyoruz dedim. Ve çok da güzel oldu, çok da memnunum. Şu an param olsa Tekin Bey, bir trilyon gene yatırır gene giderim.
Dağıttığın hangi kitap ne olursa olsun mu?
Dağıttığım kitaplar beni hep mutlu etmiştir. Hiç farketmez, yeter ki o çocukların gözündeki ışıltıyı yakalamak.. yeterli...Söyleşi; Lokman Kaya / Tekin SonMez, Temmuz 2011, Galatasaray İst.
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Çok uzakta değil. Hemen Galatasaray Lisesi ile oluşan dört yola en yakın bir yanı ile. Öteki bir yanı ile 'Çiçek Pasajı''na sır gibi sınırdaş. Sınırdaş yerine sırdaş dersem karşı çıkan olur mu? Karşı çapraz köşede İngiltere Büyük Elçiliği eski giriş kapısına yakın bir yer. Sanırım orayı bulmak çok zor olmayacak. Burası neden önemli? Bellek hazinesi var burada da ondan! Bellek hazinesi de olur mu demeyin!
Hergün biraz daha artan kitaplar, bellek kutuları olarak meraklılarına sunuluyor burada. Eski sözcük ‘hafıza’ yerine bellek odası, bellek kutusu, ya da bellek, sözcüğü yaygınlaştı. Aslıhan bir hafıza odası değil, kayıt altına alınmış, basımı yapılmış bilgiler toplamı için bellek olmaktadır bu ülkeye. Bellek yerine şöyle ki define, ya da hazine diyebiliriz Aslıhan için. Fakat bu kez, defineciler farklı bir algı ile yola çıkar ve Aslıhan, farklı bir çalışma alanı olur. En iyisi yine kitapçılar, sahaflar çarşısı olarak anımsayalım burayı.
Burada çalışanlar, gönül koymuşlar bu işe, seve seve yola çıkmışlar. Kitap/insan diyorum onlara. Bu gönüllülerden Lokman Kaya konuk bugün. Mustafa Güzelgöz’ü idol olarak kabul etmiş. 'Ürgüp bölgesinde eşekli kütüphanecilik yapmıştı,' diyor.
'Onu bir gazetede okumuştum ve çok etkilenmiştim. O gazete parçası hiç aklımdan çıkmadı. 2007’de bir otobüs aldım, kredi çektim, içinin koltuklarını söktüm, katlı raf yaptım, kitap doldurdum. Ege Marmara, Dersim’e kadar gidip 7000 kitabı ücretsiz dağıtıp geldim.'
'Kitap denince nasıl bir imge oluşuyor, ne duyumsuyorsun,' diyorum. 'Kitap benim için.. damarımdaki kanım,' diyor.
Nasıl! Şaşırdınız mı? Öyle kitap ortamına da doğmamış. Malatya, Arapkir, Eymir köyü doğumlu. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 11 Ağustos 2011, Beyoğlu, İstanbulLokman Bey, çocukluk.. çevre, kimler vardı, baba ,anne, kitaplar.. nasıl bağlandın kitaba? Kitap mı seni çekti?
Kitap beni çekti, ilkokul üçte başladı kitap tutkum aslında.
Hangi kitap seni çekti, nasıl bir kitaptı bu?
Malatya’da Cumhuriyte İlkokulu üçüncü sınıfta Türkçe hocamız Sevgi Peker bana Sefilleri’i vermişti. Evet, ve çok iyi okuyordum, o zaten beni bağladı, peşinden işte buradayım. Sonrası işte, peşinden neyi okumuştum, Ana’yı okudum dördüncü sınıftı sanırım. Peşinden Bitmeyen Kavga’yı okudum ve Halkevlerine gidip gelmeye başladım...
Lokman Bey, amca dayı, ailede kitap merakı var mı?
Yok, bir tek bende var. Yok! Benim köyümde, Malatya Arapkir Eymir köyü bir tek bende var, diyebilirim.
Damarımdaki kan oluyor, dedin, Lokman Bey!
Evet! Onsuz yaşam olmaz diyorum. Bu büyülü dünyaya girmeyen yaşamıyor, diyorum. Kitapların büyülü dünyasına girmeyen yaşamıyor demektir benim için.
Seni çok etkileyen yazarlardan adlar anımsıyor musun?
Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Orhan Kemal, onlar benim için idol oldular. Tabii ki, yabancı yazarlardan Gorki, Hemingway, Balzak, Boris Peternak...
Yaşayan sahaflardan idol olan üç isim verir misin?
Halil hocam vardır, Turkuaz sahaf vardır, yukarıda Cihan abimiz vardır. Nadir sahaf vardır, iyi insanlardır.
İkinci el kitapların kaderiyle ilgili şeyler işitiyoruz, nerden geliyor bu kitaplar, nasıl oluyor?
İşte mesela haber veriyor, eşi geliyor diyor ki, 'kitaplardan kurtulmak istiyorum' ya da çocukları geliyor.
Eşi.. kocası ölünce başlayan öykü değil mi?
Evet, evet. Yani çok kötü oluyor aslında anlatması da kötü ama... işte bir yıl önce yaşlı bir teyzem geldi, ve dedi ki evlat kitaplar var, alır mısın? Eve girdim, çok güzel kitaplar, dedim ne istiyorsunuz? Dedi aman, al git, hiçbir şey istemem! Teyzeciğim çok değerli bunlar! Yok, yok, dedi, bu çöplerden kurtulayım, para istemiyorum dedi. Üzülerek aldım getirdim...
Kitap hastalığı diye bir şey söylüyorlar. Var mı böyle bir şey?
Şöyle bakıyorum ben ona, kitap tutkusu başladığında bir daha ayrılamıyorsun. Geriye dönüş yok. Yok yok yok. o tozu yuttuğunda, geriye dönüşü yok.
Lokman Bey çeşitli adlar veriliyor bunun adını koyalım mı? Tutku.. aşk düzeyinde mi?
Aşktan daha farklı, bu çok daha özel bir şey yani. Kitapla kurulan bağ kopmaz yani, koparsa zaten o bağı kuran kişinin yaşamıyor olması gerekiyor. Evet, yani o kadar net, yani ben diyorum, benim kanım, kitaplar, diyorum.
Otobüsü kitap doldurdum, dedin. İkinci el kitaplar değil mi?
İkinci el ama kredi çektik şimdi toparlamaya çalışıyoruz, otobüsümüz duruyor. Mustafa Güzelgöz, neden o gün eşekle yapmış da biz bugün bunu arabayla yapmıyoruz dedim. Ve çok da güzel oldu, çok da memnunum. Şu an param olsa Tekin Bey, bir trilyon gene yatırır gene giderim.
Dağıttığın hangi kitap ne olursa olsun mu?
Dağıttığım kitaplar beni hep mutlu etmiştir. Hiç farketmez, yeter ki o çocukların gözündeki ışıltıyı yakalamak.. yeterli...Söyleşi; Lokman Kaya / Tekin SonMez, Temmuz 2011, Galatasaray İst.
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
10 Ağustos 2011 Çarşamba
Sahaflık tutkudan ve bu işi sevmekten geçiyor, diyen ve kitap insanı olanlardan birisi, Ümit Nar söyleşisi: 40.yayın
İnsanlar değiştikçe kitaplar değişir, kitaplar değiştikçe insanlar, diyerek, ‘kitap sahaf’ diyerek bir yerden duvarı örmeye başladık ve buraya geldik.
Kısa bir envanter dökümü de ister. Ne yaptık? İlk söyleşiyi yirmi ay önce yaptık. Simurg kurucusu İbrahim Bey ile başlayan ve Halil Bey’i de içine alan ilk söyleşi dalgası Aralık 2009.
Emin Nedret İşli, Püzant Akbaş söyleşileri , İkinci evre, 23 Haziran, 31 Temmuz 2010 günlerine tarihleniyor. Salt söyleşiler için, iki yıla yakın bir süre geçti aradan. Bu çalışmanın öteki ögeleri, öykü, deneme kısaca zihinsel önhazırlık evresi, nesnel bir örnekse 'Elyazmaları' gibi yazınsal metinlerle otuz yıl önceye uzanıyor. Blog olarak ilk yayın tarihimiz ise 04 Nisan 2010. Geriye dönüp bakınca, bir birikimin, bir yapının ortaya çıktığını, olgunlaştığını görüyorum.Bu olgunluğu bir yapıt, daha nesnel elle tutulur bir kitap boyutunda paylaşmaya sıra geldi. Bugün yine bir söyleşi var.
Değerli izleyici,
Beyoğlu, Galatasaray'da bir pasaj var. Aslıhan adı. Kendi yolunun yolcuları olan kitapları ağırlayan bir yer. Ali Bağcı'nın söylediği gibi, sahaflık mesleği için olmazsa olmaz, 'sevgi ehliyeti' mekanı bir yer. Kitap hoyratlıktan, kaba davranıştan hoşlanmaz. Edebiyat sessizliği sever, içe yerleşmesi için.
İnceliktir sahafın işi. 'Sevgi ehliyeti' ile yola çıkan, kitap insanı olanlardan birisi daha, 22 Mart 2010 da yayınladığım ilk söyleşisinden sonra, Ümit Nar bugün yine burada. İzleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 10 Ağustos 2011, Beyoğlu, İstanbulÜmit Bey, üç tane yaşayan sahaf, anımsayabilir misin?
Birincisi bizim Vahan Ustamız, Artık yapmıyor, doksanına yaklaştı. Açık kitapçı diye geçerdi eskiden Moda civarında, Galatasaray Lisesi’nin şimdi kafe olan yan tarafında yapardı. Kapalı yerlerde duramayan Vahan Usta, Nedret Abi, Püzant abi var, bir de Lütfü abi Kadıköy’de Sakallı Lütfü derler.
Ümit Bey, kitap tutku mudur? Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Burdaki iş aslen bir tutku işi. Yani sahaflık ya da buna niyetlenen insanların işi aslen tutku işi. Bunu çok severek ve isteyerek yapmak zorundasınız, bunu başka türlü zaten yapamazsınız. Para getiren, kazandıran vesaire yapan değil, gündeliğinizi döndürebildiğiniz bir yer burası, dolayısıyla bunun için bu işi yapabilmenizi, sizi motive edecek başka parametreler lazım, bu da tutkudan ve bu işi sevmekten geçiyor. Dolayısıyla ben kimi zaman arkadaşlarımla bir yerde otururken, yaa bir yerde kitap var dediklerinde muhabbeti sohbeti bırakıp kitaplara bakmaya gittiğimi biliyorum.
İçtenlikle merak ediyorum, bu bir misyon mu?
Çoğumuz gönüllü olarak bulunuyoruz. Bu iş, çünkü sizler de bilirsiniz, parasal kaygılarla yapılmaz. Parasal kaygılarla yapılırsa Mahmutpaşa’daki esnaftan farkı kalmaz, dolayısıyla burda bir lokma bir hırka gibi değil belki, ama gündeliğini kazanıp buna eyvallah diyen insanlar var.
Ümit Bey çocukluk.. kaç çocuklu ailede doğdun. Kitapların içine doğmak gibi bir durum oldu mu?
İki çocuklu bir işçi ailesinde, Eskişehir’de 1973 senesinde doğdum. Babam Devlet Demir yollarında işçiydi. Annem ev kadınıydı ilkokul mezunu insanlar, öyle bir ailede büyüdüm ama.. şöyle, anne baba belki olmuyor belki ama bu bir çocukluk ilgisi belki bir.. şöyle bir avantajım vardı benim, ailedeki diğer bireyler okumayı seviyorlardı. Mesela benim teyzem, her iki teyzem mesela, onların bana çok katkısı oldu.
Teyzeler aracılığı ile kitap dokundu diyorsun, ya ilk kitap?
Yoo çok daha öncesi ben.. ilk kitabımı anımsamıyorum şimdi ama çok iyi hatırlıyorum, benim kız kardeşim çok huysuz bir çocukluk geçirirdi, çok hasta olurdu, annem babam onu hastaneye götürdükten sonra benim gönlümü almak için eve kitapla gelirlerdi. Ben daha okula gitmiyordum ama beş altı yaşlarında okuma yazmayı zaten biliyordum.
Kitap beş altı yaşlarında hayatına katılan, ne tür kitaplar?
Tabii yani.. beş altı yaşlarında işte o vesileyle ve işte küçük çizgi romanlarla, renkli kitaplar.. ilk başında Kitap Bank diye bir yer vardı, hatta sloganını unutmuyorum, ‘al götür, oku getir,’ yazardı kapısında. Eskişehir, Bağlar mahallesinde. Biz oraya giderdik, harçlığımızı verirdik kitap kiralardık, bir kitap için mesela beş lira verirdik, o Tommiks Teksas’lara.. Sonra kitabı okuyup geri götürdüğümüz zaman yarısını geri alırdık. Onlar etken oldu, teyzelerim etken oldu. Yani ben ilkokuldan itibaren okumayı çok seven bir çocuktum, hatta şöyle küçük bir şey anlatılır bizim ailede, ben bir gün küçük tüp almaya gitmişim, geç kalmışım, annem merak etmiş dışarı çıkmış, komşu, ‘nereye gidiyorsun,’ demiş. Ümit’i aramaya gidiyorum, demiş. O tüpün üstüne oturmuş, elinde eski bir gazete parçası okuyor, demiş.
Erken gelen bir virüs Ümit Bey, nasıl oldu söyler misin?
Ne bulduysam okuyordum, Tekin Bey, öyle aç halim vardı herhalde. Bir de çok önemserim, benim teyzem Gırgır Dergisi okurdu. Hani dışarıya giden değil de, o da okurdu da, bu teyzemin sayesinde ben hem mizah dergisi kültürü, hem de o düzenli olarak her hafta Pazar günü o dergi alınırdı, düzenli olarak okunacak birşey alma alışkanlığı edindim. İki teyzemin okuma anlamında çok büyük emeği vardır.
Sahaflıkta sır, giz var mı ve nedir?
Tabii çok önemli şeyler var bilgiye hakim olmak gerekiyor, herhangi bir yere kitap almaya gittiğinizde, insanların ihtiyaç duyabileceği kitapları iyi süzüp seçmeniz gerekiyor. Bir de şu önemli, bu işlerde teknoloji girdi işin içerisine vesaire, işte merkezi yerlerdeki büyük kitabevlerine gittiğiniz size yardımcı olmaya çalışan insanlar, onları kınamıyorum gerçi, o insanlar sorduğunuz kitabı bilgisayardan bakıp, tık tık yazıp raflarında olup olmadığını söyler, sahaflık, öyle işlemiyor.
Sahaflık tanımını biraz daraltabilir miyiz?
Elbette, şöyle söyleyim, bu bir gelenek, tarihe kayıt düşme hadisesi içerisinde meraklı insanların çalıştığı bir alan sahaflık. Biz, ana akım kitaplar dışında, çok popüler kitaplar dışında, diğer kitaplara ulaşmaya çalışan insanlarız, bunlara ulaşmayı, isteyen insanlara araclık vazifesi yapıyoruz.
Ümit Nar’ı bir kitap çılgını olarak adlandıralım mı?
Yok henüz değil Tekin Bey! O tarafa doğru gidiyorum.
Söyleşi Ümit Nar / Tekin SonMez, Temmuz 2011 Galatasaray, İstanbul
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Kısa bir envanter dökümü de ister. Ne yaptık? İlk söyleşiyi yirmi ay önce yaptık. Simurg kurucusu İbrahim Bey ile başlayan ve Halil Bey’i de içine alan ilk söyleşi dalgası Aralık 2009.
Emin Nedret İşli, Püzant Akbaş söyleşileri , İkinci evre, 23 Haziran, 31 Temmuz 2010 günlerine tarihleniyor. Salt söyleşiler için, iki yıla yakın bir süre geçti aradan. Bu çalışmanın öteki ögeleri, öykü, deneme kısaca zihinsel önhazırlık evresi, nesnel bir örnekse 'Elyazmaları' gibi yazınsal metinlerle otuz yıl önceye uzanıyor. Blog olarak ilk yayın tarihimiz ise 04 Nisan 2010. Geriye dönüp bakınca, bir birikimin, bir yapının ortaya çıktığını, olgunlaştığını görüyorum.Bu olgunluğu bir yapıt, daha nesnel elle tutulur bir kitap boyutunda paylaşmaya sıra geldi. Bugün yine bir söyleşi var.
Değerli izleyici,
Beyoğlu, Galatasaray'da bir pasaj var. Aslıhan adı. Kendi yolunun yolcuları olan kitapları ağırlayan bir yer. Ali Bağcı'nın söylediği gibi, sahaflık mesleği için olmazsa olmaz, 'sevgi ehliyeti' mekanı bir yer. Kitap hoyratlıktan, kaba davranıştan hoşlanmaz. Edebiyat sessizliği sever, içe yerleşmesi için.
İnceliktir sahafın işi. 'Sevgi ehliyeti' ile yola çıkan, kitap insanı olanlardan birisi daha, 22 Mart 2010 da yayınladığım ilk söyleşisinden sonra, Ümit Nar bugün yine burada. İzleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 10 Ağustos 2011, Beyoğlu, İstanbulÜmit Bey, üç tane yaşayan sahaf, anımsayabilir misin?
Birincisi bizim Vahan Ustamız, Artık yapmıyor, doksanına yaklaştı. Açık kitapçı diye geçerdi eskiden Moda civarında, Galatasaray Lisesi’nin şimdi kafe olan yan tarafında yapardı. Kapalı yerlerde duramayan Vahan Usta, Nedret Abi, Püzant abi var, bir de Lütfü abi Kadıköy’de Sakallı Lütfü derler.
Ümit Bey, kitap tutku mudur? Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Burdaki iş aslen bir tutku işi. Yani sahaflık ya da buna niyetlenen insanların işi aslen tutku işi. Bunu çok severek ve isteyerek yapmak zorundasınız, bunu başka türlü zaten yapamazsınız. Para getiren, kazandıran vesaire yapan değil, gündeliğinizi döndürebildiğiniz bir yer burası, dolayısıyla bunun için bu işi yapabilmenizi, sizi motive edecek başka parametreler lazım, bu da tutkudan ve bu işi sevmekten geçiyor. Dolayısıyla ben kimi zaman arkadaşlarımla bir yerde otururken, yaa bir yerde kitap var dediklerinde muhabbeti sohbeti bırakıp kitaplara bakmaya gittiğimi biliyorum.
İçtenlikle merak ediyorum, bu bir misyon mu?
Çoğumuz gönüllü olarak bulunuyoruz. Bu iş, çünkü sizler de bilirsiniz, parasal kaygılarla yapılmaz. Parasal kaygılarla yapılırsa Mahmutpaşa’daki esnaftan farkı kalmaz, dolayısıyla burda bir lokma bir hırka gibi değil belki, ama gündeliğini kazanıp buna eyvallah diyen insanlar var.
Ümit Bey çocukluk.. kaç çocuklu ailede doğdun. Kitapların içine doğmak gibi bir durum oldu mu?
İki çocuklu bir işçi ailesinde, Eskişehir’de 1973 senesinde doğdum. Babam Devlet Demir yollarında işçiydi. Annem ev kadınıydı ilkokul mezunu insanlar, öyle bir ailede büyüdüm ama.. şöyle, anne baba belki olmuyor belki ama bu bir çocukluk ilgisi belki bir.. şöyle bir avantajım vardı benim, ailedeki diğer bireyler okumayı seviyorlardı. Mesela benim teyzem, her iki teyzem mesela, onların bana çok katkısı oldu.
Teyzeler aracılığı ile kitap dokundu diyorsun, ya ilk kitap?
Yoo çok daha öncesi ben.. ilk kitabımı anımsamıyorum şimdi ama çok iyi hatırlıyorum, benim kız kardeşim çok huysuz bir çocukluk geçirirdi, çok hasta olurdu, annem babam onu hastaneye götürdükten sonra benim gönlümü almak için eve kitapla gelirlerdi. Ben daha okula gitmiyordum ama beş altı yaşlarında okuma yazmayı zaten biliyordum.
Kitap beş altı yaşlarında hayatına katılan, ne tür kitaplar?
Tabii yani.. beş altı yaşlarında işte o vesileyle ve işte küçük çizgi romanlarla, renkli kitaplar.. ilk başında Kitap Bank diye bir yer vardı, hatta sloganını unutmuyorum, ‘al götür, oku getir,’ yazardı kapısında. Eskişehir, Bağlar mahallesinde. Biz oraya giderdik, harçlığımızı verirdik kitap kiralardık, bir kitap için mesela beş lira verirdik, o Tommiks Teksas’lara.. Sonra kitabı okuyup geri götürdüğümüz zaman yarısını geri alırdık. Onlar etken oldu, teyzelerim etken oldu. Yani ben ilkokuldan itibaren okumayı çok seven bir çocuktum, hatta şöyle küçük bir şey anlatılır bizim ailede, ben bir gün küçük tüp almaya gitmişim, geç kalmışım, annem merak etmiş dışarı çıkmış, komşu, ‘nereye gidiyorsun,’ demiş. Ümit’i aramaya gidiyorum, demiş. O tüpün üstüne oturmuş, elinde eski bir gazete parçası okuyor, demiş.
Erken gelen bir virüs Ümit Bey, nasıl oldu söyler misin?
Ne bulduysam okuyordum, Tekin Bey, öyle aç halim vardı herhalde. Bir de çok önemserim, benim teyzem Gırgır Dergisi okurdu. Hani dışarıya giden değil de, o da okurdu da, bu teyzemin sayesinde ben hem mizah dergisi kültürü, hem de o düzenli olarak her hafta Pazar günü o dergi alınırdı, düzenli olarak okunacak birşey alma alışkanlığı edindim. İki teyzemin okuma anlamında çok büyük emeği vardır.
Sahaflıkta sır, giz var mı ve nedir?
Tabii çok önemli şeyler var bilgiye hakim olmak gerekiyor, herhangi bir yere kitap almaya gittiğinizde, insanların ihtiyaç duyabileceği kitapları iyi süzüp seçmeniz gerekiyor. Bir de şu önemli, bu işlerde teknoloji girdi işin içerisine vesaire, işte merkezi yerlerdeki büyük kitabevlerine gittiğiniz size yardımcı olmaya çalışan insanlar, onları kınamıyorum gerçi, o insanlar sorduğunuz kitabı bilgisayardan bakıp, tık tık yazıp raflarında olup olmadığını söyler, sahaflık, öyle işlemiyor.
Sahaflık tanımını biraz daraltabilir miyiz?
Elbette, şöyle söyleyim, bu bir gelenek, tarihe kayıt düşme hadisesi içerisinde meraklı insanların çalıştığı bir alan sahaflık. Biz, ana akım kitaplar dışında, çok popüler kitaplar dışında, diğer kitaplara ulaşmaya çalışan insanlarız, bunlara ulaşmayı, isteyen insanlara araclık vazifesi yapıyoruz.
Ümit Nar’ı bir kitap çılgını olarak adlandıralım mı?
Yok henüz değil Tekin Bey! O tarafa doğru gidiyorum.
Söyleşi Ümit Nar / Tekin SonMez, Temmuz 2011 Galatasaray, İstanbul
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
9 Ağustos 2011 Salı
Sahaflık Tarihi yol alıyor. 'Daha derin bir algıyla sahaflık dile getirilebilir, bizler yetişiyoruz sahaf olacağız' diyen Ali Bağı söyleşisi: 39.yayın
Beyoğlu, Galatasaray'da bir pasaj var. Aslıhan adı.
Kendi yolunun yolcuları olan kitapları ağırlayan bir yer.
'Sevgi ehliyeti' ile var olan; varoluşanlar'ın yurdu bir yer.
Burası kitap, sahaf ya da ikinci el kitapların barınağı bir yer. Kitap sahaf, ya da sahaf kitap ünlemi yaparak yola çıktık ve bugün işte yine buradayız. Kurtarıcısını bekleyen kitaplar raflarda, sergilerde. Hemen birisine dalıyorum. Bir kitap var.
Onun peşindeyim. Ali Bağı'nın tam köşeye bakan işyerine geldim. Kitabı sordum. Ayak üstü söz akıp gidiyordu. Ali Bey, yumuşak bir ses tonu ile yanıt veriyordu. Ne zaman ordan geçsem hep öyle kendisini tartarak, sesini yoklayarak görünür. Kitaplara da böyle ölçülü davrandığını seziyorum.
Kitap insanıdır o da. Kitap hoyratlıktan, kaba saba davranıştan hoşlanmaz. İnceliktir kitabın işi. Yine böyle oldu. Ali Bey eski dönemlerden kalmış bir veli gibi doğruldu.
Her zaman söylediğim konu şudur. Edebiyat sessizliği sever. Ses tonu pürüzlü olmasın öykü, roman sesli okunacaksa,derim. İşin bir yanında bu var. Ona da sordum.
Edebiyatın insana kazandırdığı nedir? Bir sıralama yapmadan, ilk ağzına gelen tümce ne ise o, merak ediyorum? Neden bu işi yapıyorsun Ali Bey, dedim
Bu işi yapmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de, kitap okuyan insan, en başta ses tonunu terbiye eder, harala gürele giren olmaz dükkanımıza. Daha yumuşatılmış, daha naif bir dünyadır aslında, dedi.
Ali Bağı, 1972 Van doğumlu, fakat Konya'da büyümüş. Yedi kardeşli bir ailenin çocuğu. Kitapların içine doğanlardan değil. Fakat kitap olmadan yaşayamayacak olanlardan birisi de o. Sayısı azalan kitap dostu. Ayak üstü hatır sormak ve bir kitap bakmak derken, aşağıdaki tümceler ortaya çıktı. Oraya girdiğimde böyle bir tasarım, ön hazırlık yoktu. Yaşayan gazetecilik böyledir. Söyleşiyi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 9 Apustos 2011, Pera, İstanbulKitap! Ali Bey yeğin bir tanımlama olsun, nasıl olsun?
Kitap, tanrının insanı yarattıktan sonra insanın kendini yarattığı kültürel boyutta yaşıyorsak, kitap işte bu kültürün bir diğerine sunulmak üzere süzüle süzüle varolduğu biçimdir.
İnsanın kendini yarattığı boyut, dedin. Hayal dünyası mı?
Yani.. tahammül edilebilir bir dünya var veya yok, ama tahayyül edilebilir bir dünyanın habercileridir kitaplar. Ben bunu böyle ifade edebilirim. Dolayısıyle daha estetize edilmiş veya edilebilecek bir yaşamdan bahseder kitaplar. Bu işi yapmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de, kitap okuyan insan, en başta ses tonunu terbiye eder, harala gürele bir giren olmaz bizim dükkanımıza, yumuşatılmış, daha naif bir dünyadır aslında.
Kitap dedik sahaf da var! Edebiyat, kitap sessizliği sever; 'terbiyeli ses tonu,' tamam da, ne olursa, insan sahaf olur?
Tabii ki kültüre dahil olursanız, severseniz, bir birikim peşinde koşarsanız, kendinizi belli bir alanda eğitirseniz, insanlara zaman, o konuyla ilgili sizin seçmiş olduğunuz konuyla ilgili rehber olabilirseniz, sahafsınızdır herhalde, yani.. illa antika kitap almak satmak durumu da değildir ve çok dil bilmek durumu da değildir bu. Sahaflık daha derin bir algıyla dile getirilebilir, bizler de yetişiyoruz sahaf olacağız.
Arapça, Ermenice, Kürtçe gibi dilleri sahaf gerekmez mi?
Mutlaka ama bu şeydir, yani bu işe heves edebilecek veya bizi takip edebilecek arkadaşların önüne kocaman bir yığın bırakmamak adına.. yavaş yavaş, kendini eğite eğite, seçkini geliştire geliştire... Tabii ki bir ehliyet lazımdır ama, kitabı seven adam zaten potansiyel olarak bir ehliyet taşır, sevgi ehliyeti de olsa bu, kitaba karşı duyulan bir bağ vardır arada.
Ali Bey, anne, baba, kardeşler kitap içinde bir aile mi?
Değil değil tabii ki değil. Anne baba ikisi de köylü, çiftçi insanlardı. Yedi kardeş. Van’da doğdum, Konya’da okudum ve orada başladım, şimdi işte İstanbul’da on yıldır, kitap bizi buluşturan ortak yönlerdir, en büyük ortaklığı kitap üzerine kuruyoruz, bütün sosyal ilişkilerimiz de böyle.
Sevgi ehliyeti, dedin. İlk kitap! Anımsıyor musun?
Sanırım ‘Denize düşen taşlar’ gibi bir kitaptı, yazarı kimdi bilmiyorum. Bir taşın bile öyküsünün olabileceği merakıyla her şeyi merak etmeye başlıyorsunuz, çocuk algınızla.
Ali Bey nasıl çalışıyorsunuz?
Biz yayınevleriyle de çalışıyoruz. İkinci el, insanlar bende de okumadığım kitap var diyor. kütüphanesini temizliyor, merakı değişiyor.. tabii, birinin ölümüyle oluyor, birinin bir başka memlekete, bir başka yere, bir başka sebeple nakliyle oluyor, aktüalitenin yarattığı bir merak da var. Biz yeni de alıp satıyoruz, ben sahaflığı veya kitapçılığı, işte ikinci el ne gelirse satayım veya ille antika kitap satayım değil. Bence iyi olan ne varsa, hani bence derken bir özel süzgeç oluşturmayalım, insanların merakını uyandıran, işte belli tarih süzgecinden geçmiş, edebi değeri, fikri değeri olan, estetik değeri olan tüm yapıtlara yer vermeye çalışıyorum.
Kitap bir pencere açıyor, kitabın geleceği var mı?
Kitabın geleceği! İnsan, her gün kaosun içinde kayboluyor bence. Kaybolup yittikçe kendine bir rehber arayacaktır, sıkışacaktır. Bu kullandığımız algıladığımız herşey insan düşüncesinin izdüşümüdür, öyleyse insan düşünmeye devam edecek, izdüşümler kitaba veya metne, materyale dönüşecek, kitabın geleceği var diyorum.
Son sözler çocukluk ve kitapla ilgili bir anı olsun mu?
Tekin Bey, kitaplara göre halen çocuğuz bizler ve hergün anılarımız oluyor kitapla.Söyleşi Ali Bağı / Tekin SonMez, Temmuz 2011 Galatasaray, İstanbul
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Kendi yolunun yolcuları olan kitapları ağırlayan bir yer.
'Sevgi ehliyeti' ile var olan; varoluşanlar'ın yurdu bir yer.
Burası kitap, sahaf ya da ikinci el kitapların barınağı bir yer. Kitap sahaf, ya da sahaf kitap ünlemi yaparak yola çıktık ve bugün işte yine buradayız. Kurtarıcısını bekleyen kitaplar raflarda, sergilerde. Hemen birisine dalıyorum. Bir kitap var.
Onun peşindeyim. Ali Bağı'nın tam köşeye bakan işyerine geldim. Kitabı sordum. Ayak üstü söz akıp gidiyordu. Ali Bey, yumuşak bir ses tonu ile yanıt veriyordu. Ne zaman ordan geçsem hep öyle kendisini tartarak, sesini yoklayarak görünür. Kitaplara da böyle ölçülü davrandığını seziyorum.
Kitap insanıdır o da. Kitap hoyratlıktan, kaba saba davranıştan hoşlanmaz. İnceliktir kitabın işi. Yine böyle oldu. Ali Bey eski dönemlerden kalmış bir veli gibi doğruldu.
Her zaman söylediğim konu şudur. Edebiyat sessizliği sever. Ses tonu pürüzlü olmasın öykü, roman sesli okunacaksa,derim. İşin bir yanında bu var. Ona da sordum.
Edebiyatın insana kazandırdığı nedir? Bir sıralama yapmadan, ilk ağzına gelen tümce ne ise o, merak ediyorum? Neden bu işi yapıyorsun Ali Bey, dedim
Bu işi yapmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de, kitap okuyan insan, en başta ses tonunu terbiye eder, harala gürele giren olmaz dükkanımıza. Daha yumuşatılmış, daha naif bir dünyadır aslında, dedi.
Ali Bağı, 1972 Van doğumlu, fakat Konya'da büyümüş. Yedi kardeşli bir ailenin çocuğu. Kitapların içine doğanlardan değil. Fakat kitap olmadan yaşayamayacak olanlardan birisi de o. Sayısı azalan kitap dostu. Ayak üstü hatır sormak ve bir kitap bakmak derken, aşağıdaki tümceler ortaya çıktı. Oraya girdiğimde böyle bir tasarım, ön hazırlık yoktu. Yaşayan gazetecilik böyledir. Söyleşiyi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 9 Apustos 2011, Pera, İstanbulKitap! Ali Bey yeğin bir tanımlama olsun, nasıl olsun?
Kitap, tanrının insanı yarattıktan sonra insanın kendini yarattığı kültürel boyutta yaşıyorsak, kitap işte bu kültürün bir diğerine sunulmak üzere süzüle süzüle varolduğu biçimdir.
İnsanın kendini yarattığı boyut, dedin. Hayal dünyası mı?
Yani.. tahammül edilebilir bir dünya var veya yok, ama tahayyül edilebilir bir dünyanın habercileridir kitaplar. Ben bunu böyle ifade edebilirim. Dolayısıyle daha estetize edilmiş veya edilebilecek bir yaşamdan bahseder kitaplar. Bu işi yapmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de, kitap okuyan insan, en başta ses tonunu terbiye eder, harala gürele bir giren olmaz bizim dükkanımıza, yumuşatılmış, daha naif bir dünyadır aslında.
Kitap dedik sahaf da var! Edebiyat, kitap sessizliği sever; 'terbiyeli ses tonu,' tamam da, ne olursa, insan sahaf olur?
Tabii ki kültüre dahil olursanız, severseniz, bir birikim peşinde koşarsanız, kendinizi belli bir alanda eğitirseniz, insanlara zaman, o konuyla ilgili sizin seçmiş olduğunuz konuyla ilgili rehber olabilirseniz, sahafsınızdır herhalde, yani.. illa antika kitap almak satmak durumu da değildir ve çok dil bilmek durumu da değildir bu. Sahaflık daha derin bir algıyla dile getirilebilir, bizler de yetişiyoruz sahaf olacağız.
Arapça, Ermenice, Kürtçe gibi dilleri sahaf gerekmez mi?
Mutlaka ama bu şeydir, yani bu işe heves edebilecek veya bizi takip edebilecek arkadaşların önüne kocaman bir yığın bırakmamak adına.. yavaş yavaş, kendini eğite eğite, seçkini geliştire geliştire... Tabii ki bir ehliyet lazımdır ama, kitabı seven adam zaten potansiyel olarak bir ehliyet taşır, sevgi ehliyeti de olsa bu, kitaba karşı duyulan bir bağ vardır arada.
Ali Bey, anne, baba, kardeşler kitap içinde bir aile mi?
Değil değil tabii ki değil. Anne baba ikisi de köylü, çiftçi insanlardı. Yedi kardeş. Van’da doğdum, Konya’da okudum ve orada başladım, şimdi işte İstanbul’da on yıldır, kitap bizi buluşturan ortak yönlerdir, en büyük ortaklığı kitap üzerine kuruyoruz, bütün sosyal ilişkilerimiz de böyle.
Sevgi ehliyeti, dedin. İlk kitap! Anımsıyor musun?
Sanırım ‘Denize düşen taşlar’ gibi bir kitaptı, yazarı kimdi bilmiyorum. Bir taşın bile öyküsünün olabileceği merakıyla her şeyi merak etmeye başlıyorsunuz, çocuk algınızla.
Ali Bey nasıl çalışıyorsunuz?
Biz yayınevleriyle de çalışıyoruz. İkinci el, insanlar bende de okumadığım kitap var diyor. kütüphanesini temizliyor, merakı değişiyor.. tabii, birinin ölümüyle oluyor, birinin bir başka memlekete, bir başka yere, bir başka sebeple nakliyle oluyor, aktüalitenin yarattığı bir merak da var. Biz yeni de alıp satıyoruz, ben sahaflığı veya kitapçılığı, işte ikinci el ne gelirse satayım veya ille antika kitap satayım değil. Bence iyi olan ne varsa, hani bence derken bir özel süzgeç oluşturmayalım, insanların merakını uyandıran, işte belli tarih süzgecinden geçmiş, edebi değeri, fikri değeri olan, estetik değeri olan tüm yapıtlara yer vermeye çalışıyorum.
Kitap bir pencere açıyor, kitabın geleceği var mı?
Kitabın geleceği! İnsan, her gün kaosun içinde kayboluyor bence. Kaybolup yittikçe kendine bir rehber arayacaktır, sıkışacaktır. Bu kullandığımız algıladığımız herşey insan düşüncesinin izdüşümüdür, öyleyse insan düşünmeye devam edecek, izdüşümler kitaba veya metne, materyale dönüşecek, kitabın geleceği var diyorum.
Son sözler çocukluk ve kitapla ilgili bir anı olsun mu?
Tekin Bey, kitaplara göre halen çocuğuz bizler ve hergün anılarımız oluyor kitapla.Söyleşi Ali Bağı / Tekin SonMez, Temmuz 2011 Galatasaray, İstanbul
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)