Yan yana gelen harfler ve simgelerle yola çıkar her kitap. Her kitap kendi yolunda gitse de evet, bir süre konusu ile kendi yolunda gitse de sonunda ortak payda işler. 'Lüzumsuz' diyenler çıkar. Çağını yitirmiş diye bakanlar da çıkabilir.
Değişen dünyada ve farklı insanlara kaldığında, bazı kitaplar kendilerini bir çuval içinde bulur. Kitap intihar eder.
Değerli İzleyici,
Bu kitaplarla farklı ilişki kuran insanlar var. Bunlardan birisi, kendi tanımı ile “..hayatını biraz daha kitaba ve yaşamını bu noktaya getiren..” Şeref Özsoy konuğumuz bugün.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMezT: Şeref Bey, Siz sahaf mısınız, kitapçı mısınız?
Ş: Şimdi aslında ben hani.. ikinci el kitap satıyorum. Şimdi hani, sahaf dediğimizde geçen görüştüğümüzde.. Emin Nedret sahaftır, Halil abi vardır, o sahaftır. Çünkü bence sahafın birkaç dil bilmesi gerekiyor, dünyaya biraz ayrı bakabilmesi gerekiyor. Osmanlıca bilmesi gerekiyor bizim kültürümüz nedeniyle. Yabancı dil dediğimiz zaman, hani bizim kültürümüzden baktığımız zaman Arapçası Farsçası giriyor işin içine. İngilizce, Fransızca, Almanca değil.
T: Sahaflık dönemlere göre ayrılır mı?
Ş: Evet, ama bununla birlikte Türk tarihi ya da bizim gerimize gitmesi gerekiyor ama benim öyle bir bilgi birkimim yok. Ben cumhuriyet dönemi kitaplarına daha hakimim. İşte hani bazı özel koleksiyonlarda.. işte ne bileyim bilimkurgu kitaplar olsun, ya da imzalı kitaplar gibi, detaylı elyazmalarında falan, bir miktar koleksiyon, bir miktar da hani o konuda daha çok birikimim var. Bir imzalı kitap dükkanı açacak olsam o zaman sahaf diyebilirim. Mesela sadece imzalı kitap satılacak olsa orada, o konuda binlerce kitabım olmuş olsa, o zaman sahaf diyebilirim kendime, ama şu an ben ikinci el kitap satıyorum. Sahaf sayılmam ama meslek olarak tabiri de bu. Ama büyüklerimizin yanında ben ikinci el kitap satıyorum deyip boynumu bükerim.
T: Yoldan geçen birisi sordu! Ne diyeceğiz? Sahaf mı?
Ş: Yani şimdi yoldan geçen bir insanla konuşurken hani, evet dışarından baktığınızda ikinci el kitap satan herkes sahaf olarak gözüküyor ama bu işin içindeki insanlar arasında ben ilk kademelerdeyim.
T: Yaşayarak kitabı betimleme diye bir konu, ‘bu alan’ dediniz, ‘bu alanda rahat ediyorum,’ dediniz. Bu alan kitaplarla olduğu için mi rahat ediyorsunuz?
Ş: Şimdi kütüp, biliyorsunuz kitabın çoğuludur, kütüphane de kitaplar. Onun için kitap değil beni etkileyen, kütüp.
T: Tekil değil, kitaplarla çoğul olma duyumu mu bu?
Ş: Tabii. Şimdi bir tane.. hep çantada birkaç tane kitap taşırım, okumaktır o. Farklıdır ama hiç okumadığım kitaplar, okumayacağım kitaplar da beni etkiliyor. Mesela felsefe kitapları bana ağır geliyor, ben felsefeyi anlamıyorum, almıyor benim kafam. Çünkü eğitimim benim, teknik eğitim almışım sekiz on yıl boyunca, farklı bir dünya felsefe benim için, ama felsefe kitapları da beni etkiliyor.
T: Edebiyat alanında özel bir dal seçimi olsa?
Ş; Edebiyat alanında özellikle şiir. Edebiyat, şiir, romanları biriktirmek, işte, hiç beğenmeyeceğim bir şairin şiir kitabı bile bende yoksa işte.. bakıp biriktiriyorum. Birkaç şiirine bakıyorum ama, ah çok kötü kitapmış bu diyebiliyorum ama o yine kütüphanemdeki yerini alıyor.
T: Kendiniz için de biriktiriyorsunuz galiba. Bu nasıl oluştu, kitapların sayısı belli mi?
Ş: Asıl işte şiir kütüphanesi de bu şekilde oluştu. Şu an sanırım beş altı bin tane şiir kitabı var. Bunların kataloglanması, şair adına göre derecelendirilip o şairlerin eksik kitaplarının toplanmasına filan gidilecek önümüzdeki dönemlerde.
T: Şeref Bey, nasıl oldu? Bir çeken mi oldu?
Ş: Yoo, yoo ben.. kendi keyfim.. daha çok çocukluğumda bana getirilen nerdeyse tek hediye kitaptı.
T:‘Nüfusa kayıtlı olarak Bünyan Kayseri,’ dediniz. Biriktirme o yıllara mı dayanıyor?
Ş: Hepsi burda, 97’den beri bu işi yapıyorum. İstanbul’da okudum, doğdum büyüdüm sayıyorum. Çok genç yaşlarda bile çok fazla kitabım vardı ve çok fazla ödünç veriyordum onları. Ama gidenler gelmiyordu, doğal olarak ve bir süre sonra bari ben bu işi yapayım dedim. Evet, gidenler gelmeyince.. bari böyle gitsin de gelmesin diyerek.. böyle bu işe giriştik.
T: Babanızın annenizin mesleği, onlar da kitapçı mı?
Ş: Yoo, annem ev hanımı, babam serbest ticaretle uğraşıyordu.
T: Sizin kitapla karşılaşmanız, ilk göz ağrısı nasıl oldu?
Ş: Benim şöyle bir avantajım vardı, ilkokula gitmeden, kapı komşumuz, benim ilkokul öğretmenim olacağı belli olan Aysel Yiğit'ti. İlkokul hocam, onun sayesinde.. işte onun çabasıyla ben okula gitmeden okuma yazma öğrenmiştim. Beşiktaş, 50. Yıl Süheyla Artam İlköğretim Okulu. Okumayı öğrendim, zaten civarımızdaki birçok arkadaş aynı durumdaydı. Aysel hocamız sayesinde ve kitap sevgisi de onun kendi kütüphanesinden bize verip okuttuğu kitaplarla bir yerlere geldi. (Sürecek)
19 Agustos 2010, Beyoğlu, Büyükparmakkapı
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
3 Ekim 2010 Pazar
1 Ekim 2010 Cuma
Baba ile oğul, anne ile evlat, kardeş kardeş olduğu halde, kitap gelince yol ayrılır. Örnek mi işte, Serkan Özburun ile söyleşi; Yirmi dördüncü yazı
Yol konusunda çok yazıldı. Bir de 'o yolun yolcusu,' denir Türkçede. Evet, kitap da o yolun yolcusu olur!
İki yalın anlamda böyle; a)Her kitap, kendi yolunun yalnız yolcusudur, b)Her kitap, öteki kitaplarla bir yolda düşe kalka yaşam uğraşısı verir. Konusuna göre kitap, ilgisiz öteki alanda yazılmış kitaplarla bir çuvala konulur. Oysa o kitap kendi yolunun yolcusu olmaktan başka bir yol tanımaz. Ne var ki o, bir kez kitap tanımı altında anılmıştır. Yolunu kimse sormaz bu kitabın. Yaşam, kendi yolunda yolcu olan o kitabı bir gün bir çuval içine alır.
Değerli İzleyici,
Her kitap için başlayan ortak yol ise bir ormandan geçer. Ağaç ile başlayan bir öykü, demek daha doğru. Böylece insan ağaç ilişkisi, insan kitap ilişkisine dönüşür. Bu ortaklık acılar ve sevinçlerle bir yol açar. Ortak payda nasıl ki ağaç ise, kitaplardaki öteki bir ortak payda insan olur. Yol burada çatallaşır. İnsanlar yol yol ayrılır kitaplar gibi.
Baba ile oğul, anne ile evlat, kardeş kardeş olduğu halde, kitap gelince yol ayrılır. İşte böyle; Hacıbektaş (1972) dört kardeşten üçüncüsü, kendi tanımı ile; 'yaklaşık 20 yıldır yayın dünyasında ve kitap dünyasındayım. Yedi yıldır da profesyonel anlamda kitapçılık, Sahaflık yapıyorum,' diyen Serkan Özburun söyleşini birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 1 Ekim 2011, StockholmT: Serkan Bey sizi biraz önce tanıdık. Yaşamış kitaplar arasında yaşıyorsunuz. Yaşamış, gün görmüş kitaplarla soluk alıp veriyorsunuz. Türkiye’de sahaf var mı sizce?
S: Şimdi gerçek sahafın herşeyden önce bilgi donanımının sağlam olması lazım.
T: Sahaf derken.. donanım derken.. ne demek sahaf?
S: Yani kitapların biyografisini bilen insandır sahaf. Onun kimliğini çıkarabilendir, yani kimlik numarasını bilendir. Onun kafasına girer ve onunla ilgili ne lazımsa size sunar, budur sahaf. Bilgisayardan farklı tarafı da budur. Bilgisayar size hangi kitabın ne kadar basıldığını, belki şu anda o imkanlar onu da sunuyor ama, basılırken neler olduğunu, işte.. dünyada nerelerde bulunduğunu, yıpranmışlık değerini, işte.. kağıdın cinsini yani epey bi donanım ister.
T: Şöyle, şu yöne bir yol alalım, Serkan Özburun'un arkaplanında ne var ve kitap size nasıl ulaştı? Yani kitapla bu kadar ilişkili olmak nereden geliyor, annenizin babanızın kitap merakı var mıydı?
S: Yok, yani ben çiftçi bir ailenin çocuğuyum. Orta Anadolu'dan, yani belki de kitabi bilgi anlamında hiçbir bilgisi olmayan bir ailenin çocuğuyum.
T: 'Kitabi bilgisi olmayan bir aile,' dediniz. Açar mısınız?
S: Kitapla.. tabii ki.. yani, kitapla ilgili yani herhangi bir.. ömründe babam hiçbir kitap okumamıştır, annem de hiçbir kitap okumamıştır. Ben böyle bir ailenin çocuğuyum.T: Kitap konusu.. kitap size nasıl dokundu, siz ve kitap.. ilk nasıl oldu?
S: Evet, yani ilkokulda işte.. kütüphanedeki kitaplar, işte ders kitaplarımız, işte maarif takvimlerinin arkasını okuyup ezberlemeler. O yani sizin bilgiye olan merakınızla ilgili. Ama mesela benim ilk aldığım okuduğum kitap Don Kişot’tur.
T: Serkan Bey Don Kişot’u okudunuz! Nerede kaç yaşında ona dokundunuz? İlkokulda mı başladı?
S: Yani kaç! Sekiz dokuz zannediyorum, o civarda. Yani aslında bu insanın kendi içinde bir öz.
T: Okulun kütüphanesinden mi geldi?
S: Yok, satın aldım. Hacıbektaş’ta satın aldığım kitaplardan birisidir. Yani kendi paramla aldığım bir kitaptır. Belki de o günden bu güne, kitap dünyasının, bilgi dünyasının kısmen Don Kişotluğunu yaparım. Belki bir ruh, iz bırakmıştır üzerimde. Zaten belki de karşı tarafın kitaptan bu kadar yoksun oluşu... mesela babamın herkese söylediği şuydu, 'oğlum okursanız okuyun, okumazsanız okumayın, bu sizin hayatınız!' Yani mesela, ne bizi gidip okula yazdırdı ne bir gün okulumuza geldi, 'ne haliniz varsa görün' dedi. Ama benim kardeşim de televizyoncu ve yazardır, ben de öyleyim, diğer kardeşlerim de öyle. Dolayısıyla belki de ailedeki o yoksunluk bizi böyle bir arayışa itmiş olabilir diye düşünüyorum.
T: Babanız çiftçi, tarlası, bahçesi olan bir insan. Orada sürüyor yaşamı değil mi?
S: Çiftçi, evet! Hacıbektaş’ta, orda.. Hala bir kitap okumuşluğu yok, kitaplardan nefret ediyor.
T: Arada bir ziyaret ediyorsunuz.
S: Yani, öyle.. yılda bir görüşüyoruz.
T: ‘Kitaplardan nefret ediyor,’ dediniz. Bu söylenebilir mi?
S: Nefret etmese de.. şimdi tabii ki onun haklı olduğu taraflar var. Mesela bütün oğulları okumuş, üniversiteleri bitirmiş. Birkaç yabancı dil bilen çocuklara sahip ve o görüyor. Diyor ki, oğlum diyor, sizleri mutsuz görüyorum, ve bu mutsuz oluşunuzun bilgiyle bir alakası var. Yani bilgili insanların hayatta doğru tercihler yaptıklarına inanmıyor o.
19 Agustos 2010, Beyoğlu, Büyükparmakkapı
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
İki yalın anlamda böyle; a)Her kitap, kendi yolunun yalnız yolcusudur, b)Her kitap, öteki kitaplarla bir yolda düşe kalka yaşam uğraşısı verir. Konusuna göre kitap, ilgisiz öteki alanda yazılmış kitaplarla bir çuvala konulur. Oysa o kitap kendi yolunun yolcusu olmaktan başka bir yol tanımaz. Ne var ki o, bir kez kitap tanımı altında anılmıştır. Yolunu kimse sormaz bu kitabın. Yaşam, kendi yolunda yolcu olan o kitabı bir gün bir çuval içine alır.
Değerli İzleyici,
Her kitap için başlayan ortak yol ise bir ormandan geçer. Ağaç ile başlayan bir öykü, demek daha doğru. Böylece insan ağaç ilişkisi, insan kitap ilişkisine dönüşür. Bu ortaklık acılar ve sevinçlerle bir yol açar. Ortak payda nasıl ki ağaç ise, kitaplardaki öteki bir ortak payda insan olur. Yol burada çatallaşır. İnsanlar yol yol ayrılır kitaplar gibi.
Baba ile oğul, anne ile evlat, kardeş kardeş olduğu halde, kitap gelince yol ayrılır. İşte böyle; Hacıbektaş (1972) dört kardeşten üçüncüsü, kendi tanımı ile; 'yaklaşık 20 yıldır yayın dünyasında ve kitap dünyasındayım. Yedi yıldır da profesyonel anlamda kitapçılık, Sahaflık yapıyorum,' diyen Serkan Özburun söyleşini birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, 1 Ekim 2011, StockholmT: Serkan Bey sizi biraz önce tanıdık. Yaşamış kitaplar arasında yaşıyorsunuz. Yaşamış, gün görmüş kitaplarla soluk alıp veriyorsunuz. Türkiye’de sahaf var mı sizce?
S: Şimdi gerçek sahafın herşeyden önce bilgi donanımının sağlam olması lazım.
T: Sahaf derken.. donanım derken.. ne demek sahaf?
S: Yani kitapların biyografisini bilen insandır sahaf. Onun kimliğini çıkarabilendir, yani kimlik numarasını bilendir. Onun kafasına girer ve onunla ilgili ne lazımsa size sunar, budur sahaf. Bilgisayardan farklı tarafı da budur. Bilgisayar size hangi kitabın ne kadar basıldığını, belki şu anda o imkanlar onu da sunuyor ama, basılırken neler olduğunu, işte.. dünyada nerelerde bulunduğunu, yıpranmışlık değerini, işte.. kağıdın cinsini yani epey bi donanım ister.
T: Şöyle, şu yöne bir yol alalım, Serkan Özburun'un arkaplanında ne var ve kitap size nasıl ulaştı? Yani kitapla bu kadar ilişkili olmak nereden geliyor, annenizin babanızın kitap merakı var mıydı?
S: Yok, yani ben çiftçi bir ailenin çocuğuyum. Orta Anadolu'dan, yani belki de kitabi bilgi anlamında hiçbir bilgisi olmayan bir ailenin çocuğuyum.
T: 'Kitabi bilgisi olmayan bir aile,' dediniz. Açar mısınız?
S: Kitapla.. tabii ki.. yani, kitapla ilgili yani herhangi bir.. ömründe babam hiçbir kitap okumamıştır, annem de hiçbir kitap okumamıştır. Ben böyle bir ailenin çocuğuyum.T: Kitap konusu.. kitap size nasıl dokundu, siz ve kitap.. ilk nasıl oldu?
S: Evet, yani ilkokulda işte.. kütüphanedeki kitaplar, işte ders kitaplarımız, işte maarif takvimlerinin arkasını okuyup ezberlemeler. O yani sizin bilgiye olan merakınızla ilgili. Ama mesela benim ilk aldığım okuduğum kitap Don Kişot’tur.
T: Serkan Bey Don Kişot’u okudunuz! Nerede kaç yaşında ona dokundunuz? İlkokulda mı başladı?
S: Yani kaç! Sekiz dokuz zannediyorum, o civarda. Yani aslında bu insanın kendi içinde bir öz.
T: Okulun kütüphanesinden mi geldi?
S: Yok, satın aldım. Hacıbektaş’ta satın aldığım kitaplardan birisidir. Yani kendi paramla aldığım bir kitaptır. Belki de o günden bu güne, kitap dünyasının, bilgi dünyasının kısmen Don Kişotluğunu yaparım. Belki bir ruh, iz bırakmıştır üzerimde. Zaten belki de karşı tarafın kitaptan bu kadar yoksun oluşu... mesela babamın herkese söylediği şuydu, 'oğlum okursanız okuyun, okumazsanız okumayın, bu sizin hayatınız!' Yani mesela, ne bizi gidip okula yazdırdı ne bir gün okulumuza geldi, 'ne haliniz varsa görün' dedi. Ama benim kardeşim de televizyoncu ve yazardır, ben de öyleyim, diğer kardeşlerim de öyle. Dolayısıyla belki de ailedeki o yoksunluk bizi böyle bir arayışa itmiş olabilir diye düşünüyorum.
T: Babanız çiftçi, tarlası, bahçesi olan bir insan. Orada sürüyor yaşamı değil mi?
S: Çiftçi, evet! Hacıbektaş’ta, orda.. Hala bir kitap okumuşluğu yok, kitaplardan nefret ediyor.
T: Arada bir ziyaret ediyorsunuz.
S: Yani, öyle.. yılda bir görüşüyoruz.
T: ‘Kitaplardan nefret ediyor,’ dediniz. Bu söylenebilir mi?
S: Nefret etmese de.. şimdi tabii ki onun haklı olduğu taraflar var. Mesela bütün oğulları okumuş, üniversiteleri bitirmiş. Birkaç yabancı dil bilen çocuklara sahip ve o görüyor. Diyor ki, oğlum diyor, sizleri mutsuz görüyorum, ve bu mutsuz oluşunuzun bilgiyle bir alakası var. Yani bilgili insanların hayatta doğru tercihler yaptıklarına inanmıyor o.
19 Agustos 2010, Beyoğlu, Büyükparmakkapı
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez
30 Eylül 2010 Perşembe
İnsan hem hukuk okuyacak hem de iktisat ve yine de kitaptan kopamaz...örnek mi!Mustafa Baldan ile söyleşi ; Yirmi üçüncü yazı
Kitabın alıp götürdüğü bir dünya. Nereye? Yolculuk nereye? Kitaba dokununca yolculuk başlar. Ya da yolculuk olmaz da siz öyle sanın! Git! Git! Gittiniz! Gittiniz! Duracak yer var mı? Yine o sokaktayım işte. Bir kitap peşinde koşuyorum.
Sorup soruşturuyorum. Yok! O yok! Duracak bir yer arıyorum, o kitabı bulmaktan umut kestim. Yoruldum! Oturacak bir yer arıyorum. Sokakta yığınla kitap beni içeri çekti. Orada bir de ne göreyim! Kitaplar arasında bir yolcu.. durdum ve ona baktım. O hiç istifini bozmadı.
Var mıyım yok muyum, oralı bile değil! ‘Hey arkadaş,’ diye seslensem, irkilebilir ve tavana dek yükselen kitaplara çarparak düşer. Kitaplarla böyle bir yolculuk az görülür.
Bırak gitsin yoluna, dedim. Üstü, başı, elleri toz içinde.
Evet o denli gürültü yaptım ki sonunda irkildi ve geri döndü yolculuğundan. Gözleri kapalı. Huysuzlandı da! Ellerini açtı! Zor bir diyalog.. söke söke başladım.
İnsan hem hukuk okuyacak hem iktisat ve korkmayacak kitaptan!
Örnek mi? Konya (1946) doğdumlu, hukuk ve iktisat okudum diyen hem de kitaptan kopamayan Mustafa Bey işte elleri toz içinde.
Elim toz olur diye, elimi sıkmadı! Söyleşiyi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMezT: Sizi tanıyalım! İstanbul’da doğdunuz herhalde?
M: Efendim ben Mustafa Baldan. Yok! Konya'da doğdum.
T: Anneniz babanız öğretmen belki...
M: Değil! hayır! Annem ev hanımı, babam işçi.
T: Baba işçi! Şöyle yapalım! Kitabı nasıl tanıdınız ilk, yani kitap size nasıl dokundu? Kitap! Çünkü sizi buraya kadar getirdiğine göre bir cazibesi var herhalde kitabın.
M: Efendim, kitapla tanışmak... nasıl söyleyim...
T: İlk.. ilk kitap.. nasıl gördünüz ilk kitabı, nerede?
M: Tabii, tabii.. Konya'da gördüm.
T: Ailede kitap merakı var mıydı Mustafa Bey?
M: Dayımda.. tabii vardı, dayım okumuş birisiydi. Onun evinde bir.. kütüphane demesek de sandığında bir dönem okuduğu kitaplar vardı. Ben o kitaplarla birgün onun izbesinde idim, o sandığında karşılaştım kitapla...
T: Evet, ilk okuduğunuz kitap aklınızda mı, isim.. neler var?
M: Birkaç tanesi.. o sandığın içinde hangi kitapların olduğunu aşağı yukarı hatırlıyorum.
T: Peki hatırladığınız kitapları görelim bakalım.
M: Efendim, aşağı yukarı her türden denebilecek, her türden kastım...
T: Bir isim filan var mı?
M: Var tabii! Var tabii, orda karşılaştığım romanlar vardı.
T: Örneğin, yazarları?
M: Tabii bugün edebi saymadığımız romanlar, örneğin Reşat Nuri vardı, Hüseyin Rahmi vardı, ama bunun yanında Esat Mahmut Karakurt ve Kerime Nadir ve bunlardan birer kitap daha vardı. Agah Sırrı Levent, Mustafa Nihat Özon.. edebiyat tarihleri vardı. İlk okuduğum kitaplar o sandıktan çıkan kitaplardı...
T: Kitap sizi.. evet buraya kadar getirdiğine göre bir yol yürüdünüz. Bir yol! O yolu görelim! Kitap sizi uğraklar olarak nereye savurdu ve kitap olmasaydı ne olacaktı?
M: Yani değiştirdi mi onu bilmiyorum ama.. yani işte kitapla bağlantı kurduktan sonra okuma hiç durmadı...
T: Okuma hiç durmadı mı Mustafa Bey?
M: Durmadı, sürekli okudum, bu arada dönem dönem yazma hevesim, hatta onların kimilerini yayınlama girişimim de oldu. Bu böylece sürdü geldi.
T: Öğrenim, kitapla ilgili mi oldu öğreniminiz.. yoksa?
M: Yok, bir süre hukuk okudum, ama hukuk bitmedi. Özel nedenlerle bitmedi, daha sonra iktisat fakültesini okudum, bitirdiğim okul iktisat fakültesi.
T: Buranın sahibi misiniz?
M: Yok! Değilim. Ben birkaç gündür bir arkadaşımla birlikte burdayım.
T: Kitabın geleceği var mı size göre?
M: Gelecekten kastınız Tekin Bey?
T: Gelecek dediğimiz! Yarın, daha sonraki dönem. Kitap yaşayacak mı?
M: Kesinlikle! Kesinlikle, yani biçim değiştirerek belki yaşayabileceği şeklinde iddialar var ama ben o kadar çok da biçim değiştireceğini düşünmüyorum. Elektronik ortamda çok kitap yayınlanmaya başladı, hatta kimi türlerde, bizim kağıt üzerine basılmış kitapları aştığı bile söyleniyor. Amazon geçtiğimiz ay böyle bir istatistik yayınladı ama kitap hep olacak ve ve insanlar bu kağıtlara...
T: Dokunacaklar demek ister gibi bir haliniz var...
M: Bu toza toprağa işte, dokunacaklar evet...
T: Peki Mustafa Bey, sizin ilgi alanınız.. kitap türleri içinde, diyelim ki demin söylediğiniz edebiyat tarihi.. roman..
M: Evet, başlangıcından beri romanla edebiyatla sıkı ilişkim oldu, bitmeyen bir ilişkim. Ama daha sonra bu, sosyoloji, işte toplumbilim, tarih, şimdi atbaşı gidiyor diyebilirim, yani tarih ve edebiyat olmak üzere.
T: Genç bir adam, diyor ki ‘hocam, bu kitabı anlamıyorum, nedir bu kitap’, nasıl bir tanım yapalım? Kitap nedir diye sorsalar, sizin reçetenizi alalım...
M: Haa yok! böyle bir reçete olabileceğini pek düşünmüyorum, yani bir biçimde kitapla bir bağlantı kurulur, yönelimler bir biçimde başlar, ondan sonra o yön üzerinde bir arayış olur. Yoksa!
T: Peki kitabın çekip götüren, insanı.. sizi buraya kadar getirdiğine göre, bu nedir, bu cazibe? Bu çekim, kitapta ne var da böyle, insanı rezil de ediyor vezir de ediyor? Öyle derler mi? Yani bu memlekete göre konuşuyorum da.
M: Yani, rezil eder mi bilmiyorum, haa yani belki de eder?
T: Yani insanı alıp ordan oraya sokuyorsalar...
M: Yani! Yani.. evet, evet...
T: Ben biraz absürd konuştum tabii,
M: Aa yoo, oraya.. bir yerlere sokarlar hele yanına bir dönem, bir yana kitap bir yana silah da koyuyorsanız, farklı yerlere de götürürler.
T: Yandınız... Peki, demek ki bir çekim alanı var kitapta, Thomas More muydu bu Ütopya'yı yazan, biliyorsunuz başına gelenleri.. yani bir insanı rezil de eder vezir de...
M: Haa onu kastediyorsunuz anladım. Tabii vezirken.. vezir idi, ama bir imza atmadığı için.. o tür rezillikler yaşanmıştır.
T: İmza atmadığı için kral onu giyotine gönderdi. Şimdi peki biz şöyle yapalım, kitapta nedir bu cazibe? İnsanı böyle alıp götüren birşey var.
M: Efendim, ilk başladığınızda bunu tanımlamak kolay olmaz herhalde, ama bir süre sonra belki ne olduğunu fark etmeye başlarsınız. Yani bildiğiniz tanıdığınız, elinizle dokunduğunuz gerçekliğin dışında, başka bir gerçekliğin daha olduğunu anlamaya başladığınız ortaya çıkar. İşte o gerçeklik herhalde insanı sürükleyip götürür. Yani ben böyle düşünüyorum.Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
8 Ağustos 2010 Beyoğlu, Büyükparmakkapı, İstanbul
Sorup soruşturuyorum. Yok! O yok! Duracak bir yer arıyorum, o kitabı bulmaktan umut kestim. Yoruldum! Oturacak bir yer arıyorum. Sokakta yığınla kitap beni içeri çekti. Orada bir de ne göreyim! Kitaplar arasında bir yolcu.. durdum ve ona baktım. O hiç istifini bozmadı.
Var mıyım yok muyum, oralı bile değil! ‘Hey arkadaş,’ diye seslensem, irkilebilir ve tavana dek yükselen kitaplara çarparak düşer. Kitaplarla böyle bir yolculuk az görülür.
Bırak gitsin yoluna, dedim. Üstü, başı, elleri toz içinde.
Evet o denli gürültü yaptım ki sonunda irkildi ve geri döndü yolculuğundan. Gözleri kapalı. Huysuzlandı da! Ellerini açtı! Zor bir diyalog.. söke söke başladım.
İnsan hem hukuk okuyacak hem iktisat ve korkmayacak kitaptan!
Örnek mi? Konya (1946) doğdumlu, hukuk ve iktisat okudum diyen hem de kitaptan kopamayan Mustafa Bey işte elleri toz içinde.
Elim toz olur diye, elimi sıkmadı! Söyleşiyi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMezT: Sizi tanıyalım! İstanbul’da doğdunuz herhalde?
M: Efendim ben Mustafa Baldan. Yok! Konya'da doğdum.
T: Anneniz babanız öğretmen belki...
M: Değil! hayır! Annem ev hanımı, babam işçi.
T: Baba işçi! Şöyle yapalım! Kitabı nasıl tanıdınız ilk, yani kitap size nasıl dokundu? Kitap! Çünkü sizi buraya kadar getirdiğine göre bir cazibesi var herhalde kitabın.
M: Efendim, kitapla tanışmak... nasıl söyleyim...
T: İlk.. ilk kitap.. nasıl gördünüz ilk kitabı, nerede?
M: Tabii, tabii.. Konya'da gördüm.
T: Ailede kitap merakı var mıydı Mustafa Bey?
M: Dayımda.. tabii vardı, dayım okumuş birisiydi. Onun evinde bir.. kütüphane demesek de sandığında bir dönem okuduğu kitaplar vardı. Ben o kitaplarla birgün onun izbesinde idim, o sandığında karşılaştım kitapla...
T: Evet, ilk okuduğunuz kitap aklınızda mı, isim.. neler var?
M: Birkaç tanesi.. o sandığın içinde hangi kitapların olduğunu aşağı yukarı hatırlıyorum.
T: Peki hatırladığınız kitapları görelim bakalım.
M: Efendim, aşağı yukarı her türden denebilecek, her türden kastım...
T: Bir isim filan var mı?
M: Var tabii! Var tabii, orda karşılaştığım romanlar vardı.
T: Örneğin, yazarları?
M: Tabii bugün edebi saymadığımız romanlar, örneğin Reşat Nuri vardı, Hüseyin Rahmi vardı, ama bunun yanında Esat Mahmut Karakurt ve Kerime Nadir ve bunlardan birer kitap daha vardı. Agah Sırrı Levent, Mustafa Nihat Özon.. edebiyat tarihleri vardı. İlk okuduğum kitaplar o sandıktan çıkan kitaplardı...
T: Kitap sizi.. evet buraya kadar getirdiğine göre bir yol yürüdünüz. Bir yol! O yolu görelim! Kitap sizi uğraklar olarak nereye savurdu ve kitap olmasaydı ne olacaktı?
M: Yani değiştirdi mi onu bilmiyorum ama.. yani işte kitapla bağlantı kurduktan sonra okuma hiç durmadı...
T: Okuma hiç durmadı mı Mustafa Bey?
M: Durmadı, sürekli okudum, bu arada dönem dönem yazma hevesim, hatta onların kimilerini yayınlama girişimim de oldu. Bu böylece sürdü geldi.
T: Öğrenim, kitapla ilgili mi oldu öğreniminiz.. yoksa?
M: Yok, bir süre hukuk okudum, ama hukuk bitmedi. Özel nedenlerle bitmedi, daha sonra iktisat fakültesini okudum, bitirdiğim okul iktisat fakültesi.
T: Buranın sahibi misiniz?
M: Yok! Değilim. Ben birkaç gündür bir arkadaşımla birlikte burdayım.
T: Kitabın geleceği var mı size göre?
M: Gelecekten kastınız Tekin Bey?
T: Gelecek dediğimiz! Yarın, daha sonraki dönem. Kitap yaşayacak mı?
M: Kesinlikle! Kesinlikle, yani biçim değiştirerek belki yaşayabileceği şeklinde iddialar var ama ben o kadar çok da biçim değiştireceğini düşünmüyorum. Elektronik ortamda çok kitap yayınlanmaya başladı, hatta kimi türlerde, bizim kağıt üzerine basılmış kitapları aştığı bile söyleniyor. Amazon geçtiğimiz ay böyle bir istatistik yayınladı ama kitap hep olacak ve ve insanlar bu kağıtlara...
T: Dokunacaklar demek ister gibi bir haliniz var...
M: Bu toza toprağa işte, dokunacaklar evet...
T: Peki Mustafa Bey, sizin ilgi alanınız.. kitap türleri içinde, diyelim ki demin söylediğiniz edebiyat tarihi.. roman..
M: Evet, başlangıcından beri romanla edebiyatla sıkı ilişkim oldu, bitmeyen bir ilişkim. Ama daha sonra bu, sosyoloji, işte toplumbilim, tarih, şimdi atbaşı gidiyor diyebilirim, yani tarih ve edebiyat olmak üzere.
T: Genç bir adam, diyor ki ‘hocam, bu kitabı anlamıyorum, nedir bu kitap’, nasıl bir tanım yapalım? Kitap nedir diye sorsalar, sizin reçetenizi alalım...
M: Haa yok! böyle bir reçete olabileceğini pek düşünmüyorum, yani bir biçimde kitapla bir bağlantı kurulur, yönelimler bir biçimde başlar, ondan sonra o yön üzerinde bir arayış olur. Yoksa!
T: Peki kitabın çekip götüren, insanı.. sizi buraya kadar getirdiğine göre, bu nedir, bu cazibe? Bu çekim, kitapta ne var da böyle, insanı rezil de ediyor vezir de ediyor? Öyle derler mi? Yani bu memlekete göre konuşuyorum da.
M: Yani, rezil eder mi bilmiyorum, haa yani belki de eder?
T: Yani insanı alıp ordan oraya sokuyorsalar...
M: Yani! Yani.. evet, evet...
T: Ben biraz absürd konuştum tabii,
M: Aa yoo, oraya.. bir yerlere sokarlar hele yanına bir dönem, bir yana kitap bir yana silah da koyuyorsanız, farklı yerlere de götürürler.
T: Yandınız... Peki, demek ki bir çekim alanı var kitapta, Thomas More muydu bu Ütopya'yı yazan, biliyorsunuz başına gelenleri.. yani bir insanı rezil de eder vezir de...
M: Haa onu kastediyorsunuz anladım. Tabii vezirken.. vezir idi, ama bir imza atmadığı için.. o tür rezillikler yaşanmıştır.
T: İmza atmadığı için kral onu giyotine gönderdi. Şimdi peki biz şöyle yapalım, kitapta nedir bu cazibe? İnsanı böyle alıp götüren birşey var.
M: Efendim, ilk başladığınızda bunu tanımlamak kolay olmaz herhalde, ama bir süre sonra belki ne olduğunu fark etmeye başlarsınız. Yani bildiğiniz tanıdığınız, elinizle dokunduğunuz gerçekliğin dışında, başka bir gerçekliğin daha olduğunu anlamaya başladığınız ortaya çıkar. İşte o gerçeklik herhalde insanı sürükleyip götürür. Yani ben böyle düşünüyorum.Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
8 Ağustos 2010 Beyoğlu, Büyükparmakkapı, İstanbul
29 Eylül 2010 Çarşamba
Kitapların arasında doğup büyümüş gibi bana izlenim veren o sese doğru yürüdüm. kitaplarla yaşayan Abdullah Bacacı ile söyleşi; Yirmi ikinci yazı
Çukurcuma denilen aşağı inişli yol. Taksim, Beyoğlu tarafı. Biraz ileride Taksim İlkyardım.. hemen sağa dönen bir sokak. Dümdüz gidince Parmakkapı’ya çıkarır sizi.
Oradan geçerken hep gördüğüm kitaplar yine orada. Bir lira tanesi. Son beş yıl, altı yıl oradan epeyce kitap kurtardım. Sonra el değiştirdi gibi. Geçende bir kitap sormak için girdim. Kitaplara eğilmiş bir gölge gördüm. Kitaplarla içli dışlı olanlarda görülen bir durum.
Karım da bazan kitapların bulunduğu yöne bakıp beni göremiyor “Orada mısın,” diye seslenince, “evet” diyorum. Ses işitince görüyor beni. Yine böyle bir durum. 'Başka kimse var mı,' dedim. Kitaplarla içselleşmiş gibi olan gölge doğruldu.'Yok! Ben varım,' dedi. Aradığım kitabı sordum.
İki elini göğsünün üstünde kenetledi. Bir süre düşünedurdu. Ben de o sırada kitap raflarına doğruldum. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum.
Geriye döndüm, uçuk mavi tşortlu genç adam, bıraktığım yerde bir gölge gibi orada duruyordu.
'Ne oldu,' dedim. 'Ben geçici olarak buradayım,' dedi. 'İyi sonra gelirim,' dedim loş, yoğun gölgeli yerden ve kapıya yöneldim. 'Şey,' o ses arkadan , 'o kitap yokmuş,' dedi.
Geriye döndüm. Kitaplara eğilmiş gibi ilk karşılaştığım mavi tişortlu genç,öyle orada duruyordu. Kitapların arasında doğup büyümüş gibi bana izlenim veren o sese doğru yürüdüm. kitaplarla yaşayan birisi daha, işte dedim.
Tutku!Orada loş kitaplarla dolu loş aralıkta duruyordu. Onu gördüm! Kitap tutkusu... Bir doktorun, bir hastaya yönelttiği gibi bir tümce çıktı ağzımdan..Nasıl başladı, dedim. Diyalog sürdü.19 Mayıs 1977, İstanbulda doğumlu Abdullah Bacacı ile olan söyleşiyi birlikte izleyelim.
Tekin SonMez
Sevgi, içtenlik...
T: Yineledim; İlk kitap! Nasıl başladı? Nerede başladı?
A; İlk kitap.. doğrusu tanışmam çizgi romanlarla oldu. Teksas -Tommiks çizgi romanlarla başladı.
T: Kaç yaşındaydınız o zaman ve kitapları ne zaman toplamaya başladınız?
A: 11 ya da 12 yaşındaydım. Beyazıta giderdim, Beyazıt Çınaraltı’nda.. onlarla başladım, daha sonra, dayımın da çok kitapla haşır neşirliği vardı, kendisi emekli öğretmen.. onun teşvikiyle biraz İslami romanların şeyiyle ve böyle böyle başladı. Liseye kadar geldiğimde çok okuyordum, işte Türk Edebiyatı’nın birçok şeyini bitirmiştim, Reşat Nuri Güntekin, işte Halide Edip’ten tutun da.. ondan sonra toplamaya başladım işte. İlk toplamaya lise bir’di. 15 yaşındaydım.
T: İlk kitabınızı anımsıyor musunuz, topladığınız ilk kitap? T: İlk okuduğunuz kitap?
A: İlk kitabım Şeker Portakalı’ydı. İlk okuduğum kitap da...
T: Sonra ne oldu?
A: Sonra, liseden sonra kararımı verdim “sanat tarihi, üzerine eğitim alacağım,” dedim ve onunla ilgili kitaplar toplamaya başladım. Dünya edbiyatı zaten vardı bende. Acizane Osmanlıca biliyorum, işte Osmanlıca gazeteler dergiler okuyabiliyorum, onları toplamaya başladım. Dedemin yine kendi böyle küçük acizane bir kütüphanesi vardı 60-65 tane (kitap), onlardan faydalanmaya başladım.
T: Size mi kaldı onlar da?
A: Evet.. kendisi hayatta değil.
T: Babanızın babası.
A: Evet. Babamın babası, onlar bana kaldı. Dayım yine böyle birkaç, şey.. okuyamadıklarını bana verdi ve sahaflarla bu şekilde dostluğumuz, kitaplarla dostluğumuz bu şekilde başladı, Cumartesi, Pazar günleri Beyazıtta yer sergisi vardı, ordan çok alıyordum. İşte Kadıköyde, ha keza Akmar pasajının önünde orda da sergi oluyordu Pazar günleri, bu şekilde kitaplarla yaşamaya başladım...
T:Cep harçlıkları mı bunlar hep?
A: Tabii cep harçlıkları, kitapçılarla işte.. amcamın yanında.. daha doğrusu kendisi mobilya işiyle uğraştığı için onun yanında çalışıyordum, harçlığımı alıyordum.
T:Ne kadar, kaç kitabınız var şimdi?
A: Yani tam olarak saymadım ama bir dört bin civarında vardır. Bazılarını elimden çıkardım, çok böyle mükerrer olanları, çünkü çok topladım. Onları arkadaşlarıma verdim. Dergiler vardı, gazetelerin vermiş olduğu bu ekler, onları elimden çıkardım. Çünkü kendinize ait olan, mesleğinizle ilgili, onlar baki, kalıcı, ama böyle bir kan dolaşımı, bir yenilik olması lazım. Çünkü bütün yazarlarda da böyledir.
T:Evet. Kaç yaşındasınız şimdi?
A: Ben şu anda 33 yaşındayım.
T:Peki yazıyor musunuz hem de, bu arada?
A: Çok! Kendi mesleğimle alakalı şeyler.. Sanat tarihi evet.
T:Sanat tarihinde de bir dal var mı seçtiğiniz
A: Osmanlı mimarlığı. 16 yy ve 17. Yy mezar taşları ve çeşmeler, özellikle hattatlar. Çünkü kardeşim hattat, hat sanatıyla ilgileniyor. Onunla ilgili bir çalışmamız var.
T: Tek evlilik anne, baba.. Kaç kardeşsiniz?
A: Evet! Hayatta onlar. Bir kız kardeşim var.
T: Peki onların kitapla merakı var mıydı?
A: Yani onlar da okur ama böyle çok bir haşır neşirliği..
T:Neydi babanızın annenizin mesleği?
A: Babam kaynakçı, annem ev hanımı.
T: Unutamadığınız sizi izen bir kitap öyküsü oldu mu?
A: Evet! Gülün Adı adlı kitabı mesela çöpe atmışlardı, Umberto Eco nun. Ben onu çöpten aldım.. onbeş yirmi tane kitap vardı atmış böyle çöpe.. Ben onu çöpten çıkardım ve ağladım böyle.. etkilendim.. bunun gibi daha çok böyle olaylar. Çöpten kitap üç beş defa daha böyle tanık oldum. Yani maalesef kütüphanelerimiz bile atıyor.
T: Neden ağladınız ağlama ihtiyacı duydunuz? Kitabın nesi sizi ağlattı? Kitabın yazarı mı kitabın kendisi mi?
A: Değersizlik.. yıllar önce İstanbul panelinde, bir sosyolog, 'ben ağlarım,' demişti, yani onu anlatamıyorum, 'bir resim, sergisi bile açılsa ben ağlarım diye söylemişti,' onun nasıl böyle ifade edeceğim, bir his bu, bir duygu, o değersizlik, onun o çöpe atılması, hem maddi olarak değersizlik hem ona verilen bir şeyden dolayı.
T: Unutamadığınız bir başka olay, bir anı...
Birgün hiç unutmam, Beyazıttan o kadar topladım topladım.. topladım topladım o kadar, otobüse bineceğim, baktım cebimde para yok, Beyazıttan, Hasköy’de oturuyorum ben de, hiç unutmam yürüyerek gitmiştim o kitaplarla.. iki poşet elimde.. bu da bir şeydi...10 Ağustos 2010 Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
Oradan geçerken hep gördüğüm kitaplar yine orada. Bir lira tanesi. Son beş yıl, altı yıl oradan epeyce kitap kurtardım. Sonra el değiştirdi gibi. Geçende bir kitap sormak için girdim. Kitaplara eğilmiş bir gölge gördüm. Kitaplarla içli dışlı olanlarda görülen bir durum.
Karım da bazan kitapların bulunduğu yöne bakıp beni göremiyor “Orada mısın,” diye seslenince, “evet” diyorum. Ses işitince görüyor beni. Yine böyle bir durum. 'Başka kimse var mı,' dedim. Kitaplarla içselleşmiş gibi olan gölge doğruldu.'Yok! Ben varım,' dedi. Aradığım kitabı sordum.
İki elini göğsünün üstünde kenetledi. Bir süre düşünedurdu. Ben de o sırada kitap raflarına doğruldum. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum.
Geriye döndüm, uçuk mavi tşortlu genç adam, bıraktığım yerde bir gölge gibi orada duruyordu.
'Ne oldu,' dedim. 'Ben geçici olarak buradayım,' dedi. 'İyi sonra gelirim,' dedim loş, yoğun gölgeli yerden ve kapıya yöneldim. 'Şey,' o ses arkadan , 'o kitap yokmuş,' dedi.
Geriye döndüm. Kitaplara eğilmiş gibi ilk karşılaştığım mavi tişortlu genç,öyle orada duruyordu. Kitapların arasında doğup büyümüş gibi bana izlenim veren o sese doğru yürüdüm. kitaplarla yaşayan birisi daha, işte dedim.
Tutku!Orada loş kitaplarla dolu loş aralıkta duruyordu. Onu gördüm! Kitap tutkusu... Bir doktorun, bir hastaya yönelttiği gibi bir tümce çıktı ağzımdan..Nasıl başladı, dedim. Diyalog sürdü.19 Mayıs 1977, İstanbulda doğumlu Abdullah Bacacı ile olan söyleşiyi birlikte izleyelim.
Tekin SonMez
Sevgi, içtenlik...
T: Yineledim; İlk kitap! Nasıl başladı? Nerede başladı?
A; İlk kitap.. doğrusu tanışmam çizgi romanlarla oldu. Teksas -Tommiks çizgi romanlarla başladı.
T: Kaç yaşındaydınız o zaman ve kitapları ne zaman toplamaya başladınız?
A: 11 ya da 12 yaşındaydım. Beyazıta giderdim, Beyazıt Çınaraltı’nda.. onlarla başladım, daha sonra, dayımın da çok kitapla haşır neşirliği vardı, kendisi emekli öğretmen.. onun teşvikiyle biraz İslami romanların şeyiyle ve böyle böyle başladı. Liseye kadar geldiğimde çok okuyordum, işte Türk Edebiyatı’nın birçok şeyini bitirmiştim, Reşat Nuri Güntekin, işte Halide Edip’ten tutun da.. ondan sonra toplamaya başladım işte. İlk toplamaya lise bir’di. 15 yaşındaydım.
T: İlk kitabınızı anımsıyor musunuz, topladığınız ilk kitap? T: İlk okuduğunuz kitap?
A: İlk kitabım Şeker Portakalı’ydı. İlk okuduğum kitap da...
T: Sonra ne oldu?
A: Sonra, liseden sonra kararımı verdim “sanat tarihi, üzerine eğitim alacağım,” dedim ve onunla ilgili kitaplar toplamaya başladım. Dünya edbiyatı zaten vardı bende. Acizane Osmanlıca biliyorum, işte Osmanlıca gazeteler dergiler okuyabiliyorum, onları toplamaya başladım. Dedemin yine kendi böyle küçük acizane bir kütüphanesi vardı 60-65 tane (kitap), onlardan faydalanmaya başladım.
T: Size mi kaldı onlar da?
A: Evet.. kendisi hayatta değil.
T: Babanızın babası.
A: Evet. Babamın babası, onlar bana kaldı. Dayım yine böyle birkaç, şey.. okuyamadıklarını bana verdi ve sahaflarla bu şekilde dostluğumuz, kitaplarla dostluğumuz bu şekilde başladı, Cumartesi, Pazar günleri Beyazıtta yer sergisi vardı, ordan çok alıyordum. İşte Kadıköyde, ha keza Akmar pasajının önünde orda da sergi oluyordu Pazar günleri, bu şekilde kitaplarla yaşamaya başladım...
T:Cep harçlıkları mı bunlar hep?
A: Tabii cep harçlıkları, kitapçılarla işte.. amcamın yanında.. daha doğrusu kendisi mobilya işiyle uğraştığı için onun yanında çalışıyordum, harçlığımı alıyordum.
T:Ne kadar, kaç kitabınız var şimdi?
A: Yani tam olarak saymadım ama bir dört bin civarında vardır. Bazılarını elimden çıkardım, çok böyle mükerrer olanları, çünkü çok topladım. Onları arkadaşlarıma verdim. Dergiler vardı, gazetelerin vermiş olduğu bu ekler, onları elimden çıkardım. Çünkü kendinize ait olan, mesleğinizle ilgili, onlar baki, kalıcı, ama böyle bir kan dolaşımı, bir yenilik olması lazım. Çünkü bütün yazarlarda da böyledir.
T:Evet. Kaç yaşındasınız şimdi?
A: Ben şu anda 33 yaşındayım.
T:Peki yazıyor musunuz hem de, bu arada?
A: Çok! Kendi mesleğimle alakalı şeyler.. Sanat tarihi evet.
T:Sanat tarihinde de bir dal var mı seçtiğiniz
A: Osmanlı mimarlığı. 16 yy ve 17. Yy mezar taşları ve çeşmeler, özellikle hattatlar. Çünkü kardeşim hattat, hat sanatıyla ilgileniyor. Onunla ilgili bir çalışmamız var.
T: Tek evlilik anne, baba.. Kaç kardeşsiniz?
A: Evet! Hayatta onlar. Bir kız kardeşim var.
T: Peki onların kitapla merakı var mıydı?
A: Yani onlar da okur ama böyle çok bir haşır neşirliği..
T:Neydi babanızın annenizin mesleği?
A: Babam kaynakçı, annem ev hanımı.
T: Unutamadığınız sizi izen bir kitap öyküsü oldu mu?
A: Evet! Gülün Adı adlı kitabı mesela çöpe atmışlardı, Umberto Eco nun. Ben onu çöpten aldım.. onbeş yirmi tane kitap vardı atmış böyle çöpe.. Ben onu çöpten çıkardım ve ağladım böyle.. etkilendim.. bunun gibi daha çok böyle olaylar. Çöpten kitap üç beş defa daha böyle tanık oldum. Yani maalesef kütüphanelerimiz bile atıyor.
T: Neden ağladınız ağlama ihtiyacı duydunuz? Kitabın nesi sizi ağlattı? Kitabın yazarı mı kitabın kendisi mi?
A: Değersizlik.. yıllar önce İstanbul panelinde, bir sosyolog, 'ben ağlarım,' demişti, yani onu anlatamıyorum, 'bir resim, sergisi bile açılsa ben ağlarım diye söylemişti,' onun nasıl böyle ifade edeceğim, bir his bu, bir duygu, o değersizlik, onun o çöpe atılması, hem maddi olarak değersizlik hem ona verilen bir şeyden dolayı.
T: Unutamadığınız bir başka olay, bir anı...
Birgün hiç unutmam, Beyazıttan o kadar topladım topladım.. topladım topladım o kadar, otobüse bineceğim, baktım cebimde para yok, Beyazıttan, Hasköy’de oturuyorum ben de, hiç unutmam yürüyerek gitmiştim o kitaplarla.. iki poşet elimde.. bu da bir şeydi...10 Ağustos 2010 Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
Boyu kadar kitap okumuş bir adam nasıl olur, 1998 Beyoğlu doğumlu İlhan Talu ile söyleşi; Yirmi birinci yazı
Sıcak Ağustos günleri, ilk haftalar.. Orada, Beyoğlu Parmakkapı aralığı sıkıştık. Karşıdan gelenler.. sağa kaçtık ve kitaplarla karşılaştık.
Sokak hemen orası. Sergi kitap.. çekiyor insanı, baktım. O sırada kalın kaşlı, yaşından beklenmeyen, erken büyümüş bir ses arkadan sokuldu. Omuzum üzerinde ses.
Gördüm, ne bir cüce ne de bir çocuk. Beş kitap rafı kadar boy! Yardım edebilir miyim? Şimdi bakın! Olacak şey değil!
Kitaplar konusunda ne bir cüce ne bir çocuk olan ses, bana yardım edecek! Nasıl! Şaşırdınız mı? Fakat yanılmayın!
Boyu kadar kitap okumuş bu adam! Burada doğmuş, büyümüş (1998) İlhan Talu. Salt kitapların değil, Kelepir adlı işyerinin de sahibi gibi davranınca durdum. Solda kalabalık kervan gibi birbirine zincirli akıntı bana sürtünerek akıp gitti, artçıları da sona erdi.
Şöyle topuğumun üstünde dönüp çevreye baktım! Burası neresi? Neredeyim, diye yüksek sesle sordum. Bilici gibi; 'Bura Büyükparmakkapı' dedi sokulan ne cüce ne çocuk.
Düzgün bir Türkçe ile diyalog böyle başladı. 1998 Beyoğlu doğumlu İlhan Talu ile söyleşiyi şimdi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...Tekin: Buranın sahibi misiniz, yoksa burada mı çalışıyorsunuz? Kendinizi tanıtır mısınız?
İlhan: Ben İlhan Talu, 1998’de Beyoğlu’nda doğdum, burada çalışıyorum.
T: Kendi isteğinle mi buradasın İlhan? Nasıl oldu da tanıdın kitapları?
İ: Geldim! Burda çalışmaya başladım işte.
T: Buraya gelmeden önce kitap yok mu?
İ: Vardı yani okulda. Ben okuyordum yani.
T: Okulda okul kitapları vardı, okudun.. annenin, babanın da kitapları var mı? Ne iş yapıyorlar?
İ: Onlar! Onlarda yok yani. Babam avize yapıyor, annem ev hanımı.
T: Peki evinizde kitap yok! Sen kitaba nasıl ulaştın, okuduğun kitaplar! Dayı, amca, komşu.. kitap kimde var?
İ: Yok! Yok yani kitap okulda yani.. böyle...
T: Okulda! Okul olmasın! İlk okuduğun hangi serüven...
İ: Hangi kitap.. Atilla İlhan.. şiirlerini okumuştum.
T: Şimdi 12 yaşındasın ve şiirler okudun...
İ: Evet, ilkten. İlkten şiir okumaya başladım,
T: Ezberinde şiir var mı, birkaç tane dize...
İ: Yok maalesef! Yok!
T: Peki bana bir kitap söyle, tavsiye edeceğin kitap var mı?
İ: Size göre mi?
T: Senin zevk aldığın, okurken haz duyduğun bir kitap var mı? İsim olarak söylesen yeter. Aklına gelen bir kitap...
İ: Stephen King’ler falan.
T: Tamam, Stephen King, fantezi.. yazmayı düşünüyor musun İlhan?
İ: Ben şiir yazıyorum da yani.
T: Şiir.. daha sonra belki başka türlerde yazarsın! Kitabı bana tanımlar mısın.. kitap nedir? Nedir? Nasıl bir şey?
İ: Kitap işte, insanın içini ferahlatan yani. Yani, şey yani sıkıntını çözen. İşte.. hayatını değiştiren.
T: Senden büyük kardeşlerinin de kitapları var mı? Kaç yaşında en büyüğü?
İ: Evet. En büyüğü 17 yaşında ablam.
T: Onun kitaplarıyla mı başladı sendeki merak.. belki.. mi?
İ: Yok! Yani ben burda daha çok kitap okumaya başladım.
T: İstediğin kitabı alıp okuyabiliyorsun burada, onun dışında cep harçlığı da çıkıyor mu, okul harçlığı? Hangi okula gidiyorsun?
İ: Okul harçlığı çıkıyor. Taksim İlköğretim okulu, orta ikiye geçtim. Yazın burda çalışıyorum, kışın da.. okul sonrası...
T: Kitabı görünce ne hissediyorsun bir kitap gördün ne hissediyorsun senin olmasını istiyor musun? En çok eski kitaplar mı seni çekiyor yoksa yeni parlak ciltliler mi? Daha çok nesine bakıyorsun, seni çeken ne oluyor, renk mi, isim mi kitabın adı mı yazarı mı?
İ: Yazarı.. Yazarı...
T: Tanıdığın yazar isimlerinden bana verebilir misin?
İ: Aziz Nesin, Atilla İlhan.. işte.. şairlerden de söyleyim mi, Cemal Süreyya. Reşat Nuri Güntekin...
T: Bir tane daha söyle beş olsun...
İ: Şey... Halide Edip Adıvar,...
T: Bunlardan hepsinden birer tane okudun mu?
İ: Evet! Sinekli Bakkal’ı okudum.
T: İnsanlara kitap için ne mesajınız olacak İlhan?
İ: Onlar da okusunlar yani.. sıkıntılarını çözer kitap.. yani.. hayatlarını değiştirir.8 Ağustos 2010 Beyoğlu, Büyükparmakkapı, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
Sokak hemen orası. Sergi kitap.. çekiyor insanı, baktım. O sırada kalın kaşlı, yaşından beklenmeyen, erken büyümüş bir ses arkadan sokuldu. Omuzum üzerinde ses.
Gördüm, ne bir cüce ne de bir çocuk. Beş kitap rafı kadar boy! Yardım edebilir miyim? Şimdi bakın! Olacak şey değil!
Kitaplar konusunda ne bir cüce ne bir çocuk olan ses, bana yardım edecek! Nasıl! Şaşırdınız mı? Fakat yanılmayın!
Boyu kadar kitap okumuş bu adam! Burada doğmuş, büyümüş (1998) İlhan Talu. Salt kitapların değil, Kelepir adlı işyerinin de sahibi gibi davranınca durdum. Solda kalabalık kervan gibi birbirine zincirli akıntı bana sürtünerek akıp gitti, artçıları da sona erdi.
Şöyle topuğumun üstünde dönüp çevreye baktım! Burası neresi? Neredeyim, diye yüksek sesle sordum. Bilici gibi; 'Bura Büyükparmakkapı' dedi sokulan ne cüce ne çocuk.
Düzgün bir Türkçe ile diyalog böyle başladı. 1998 Beyoğlu doğumlu İlhan Talu ile söyleşiyi şimdi birlikte izleyelim.
Sevgi, içtenlik...Tekin: Buranın sahibi misiniz, yoksa burada mı çalışıyorsunuz? Kendinizi tanıtır mısınız?
İlhan: Ben İlhan Talu, 1998’de Beyoğlu’nda doğdum, burada çalışıyorum.
T: Kendi isteğinle mi buradasın İlhan? Nasıl oldu da tanıdın kitapları?
İ: Geldim! Burda çalışmaya başladım işte.
T: Buraya gelmeden önce kitap yok mu?
İ: Vardı yani okulda. Ben okuyordum yani.
T: Okulda okul kitapları vardı, okudun.. annenin, babanın da kitapları var mı? Ne iş yapıyorlar?
İ: Onlar! Onlarda yok yani. Babam avize yapıyor, annem ev hanımı.
T: Peki evinizde kitap yok! Sen kitaba nasıl ulaştın, okuduğun kitaplar! Dayı, amca, komşu.. kitap kimde var?
İ: Yok! Yok yani kitap okulda yani.. böyle...
T: Okulda! Okul olmasın! İlk okuduğun hangi serüven...
İ: Hangi kitap.. Atilla İlhan.. şiirlerini okumuştum.
T: Şimdi 12 yaşındasın ve şiirler okudun...
İ: Evet, ilkten. İlkten şiir okumaya başladım,
T: Ezberinde şiir var mı, birkaç tane dize...
İ: Yok maalesef! Yok!
T: Peki bana bir kitap söyle, tavsiye edeceğin kitap var mı?
İ: Size göre mi?
T: Senin zevk aldığın, okurken haz duyduğun bir kitap var mı? İsim olarak söylesen yeter. Aklına gelen bir kitap...
İ: Stephen King’ler falan.
T: Tamam, Stephen King, fantezi.. yazmayı düşünüyor musun İlhan?
İ: Ben şiir yazıyorum da yani.
T: Şiir.. daha sonra belki başka türlerde yazarsın! Kitabı bana tanımlar mısın.. kitap nedir? Nedir? Nasıl bir şey?
İ: Kitap işte, insanın içini ferahlatan yani. Yani, şey yani sıkıntını çözen. İşte.. hayatını değiştiren.
T: Senden büyük kardeşlerinin de kitapları var mı? Kaç yaşında en büyüğü?
İ: Evet. En büyüğü 17 yaşında ablam.
T: Onun kitaplarıyla mı başladı sendeki merak.. belki.. mi?
İ: Yok! Yani ben burda daha çok kitap okumaya başladım.
T: İstediğin kitabı alıp okuyabiliyorsun burada, onun dışında cep harçlığı da çıkıyor mu, okul harçlığı? Hangi okula gidiyorsun?
İ: Okul harçlığı çıkıyor. Taksim İlköğretim okulu, orta ikiye geçtim. Yazın burda çalışıyorum, kışın da.. okul sonrası...
T: Kitabı görünce ne hissediyorsun bir kitap gördün ne hissediyorsun senin olmasını istiyor musun? En çok eski kitaplar mı seni çekiyor yoksa yeni parlak ciltliler mi? Daha çok nesine bakıyorsun, seni çeken ne oluyor, renk mi, isim mi kitabın adı mı yazarı mı?
İ: Yazarı.. Yazarı...
T: Tanıdığın yazar isimlerinden bana verebilir misin?
İ: Aziz Nesin, Atilla İlhan.. işte.. şairlerden de söyleyim mi, Cemal Süreyya. Reşat Nuri Güntekin...
T: Bir tane daha söyle beş olsun...
İ: Şey... Halide Edip Adıvar,...
T: Bunlardan hepsinden birer tane okudun mu?
İ: Evet! Sinekli Bakkal’ı okudum.
T: İnsanlara kitap için ne mesajınız olacak İlhan?
İ: Onlar da okusunlar yani.. sıkıntılarını çözer kitap.. yani.. hayatlarını değiştirir.8 Ağustos 2010 Beyoğlu, Büyükparmakkapı, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
9 Eylül 2010 Perşembe
Yıllarca beklenen kitap var ilk. Bu kitap Leyla’dır. Bu kitabı bekleyenler de Mecnun! Sayın İşli ve Sayın Akbaş ile söyleşi; Yirminci Yazı
İnsan’dan kitaba, kitaptan insana geçmek. Sahaflık işte.
Onlar bir anlamda birbirlerini arayan Leyla ile Mecnun’u bir araya getirir. Şöyle olur sahaflık. Kişinin bellek indeksi öne gelir, insandan kitaba geçilir. Bir de Leyla ile Mecnun benzetmesi..
Bir imgelem. Konu örtüşmesi kolaylığı için. Yıllarca beklenen kitap var ilk. Bu kitap Leyla’dır. Bu kitabı bekleyenler de Mecnun! Bu yana yakıla aranan kitap ortaya çıkar. Görücüsü hazır. Arayanlardan birisine verecek sahaf, bu yana yakıla aranan kitabı.
Değerli İzleyici,
Kitabı bulup ortaya çıkaran, görücü listesine göre Leylasını bekleyen, bir Mecnun’a telefon eder. Bekleyen Mecnun sayısı fazla olabilir. Neden ilk Mecnun aranır ve ilk sırayı o alır? Şu yanıt olabilir; kitaba ve sahafa iyi davranan insan.
Bu ne demektir? Sahaflık biraz da budur. Bunun yanıtını da Nedret Bey veriyor. "Evet.. çünkü niye.. o ilk arayacağımız kişi, bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış..”
Turkuaz'da, Sayın Akbaş ve Sayın İşli ile söyleşi sürüyor.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMezT.S.: Püzant Bey; ‘Bazı sahaflar kitapları satamıyorlar’ dedi. Buna girelim. Sahafla kitapçı arasında ne fark var?
P.A.: Bence çok basit! Kitapçı dediğimiz, yeni kitapları, çıkan kitapları, yeni basılan kitapları satan kişidir, piyasaya veren kişidir. Sahaf, müşterisinin, koleksiyoncunun, araştırmacının, üniversite hocasının veya talebesinin aradığı, kitapları, böyle kaynak kitaplarını bulan kişidir.
E.N.: Yani şöyle bir kategori yapabiliriz aslında. Bir kitapçı, yani yeni ve yakın dönemdeki kitapları satan alan adam, iki, ikinci el kitapçı var, yani daha böyle güncel birtakım, hani insanların okuyup sonra dışarı verdikleri, aman bunlar gitsin yer kaplamasın dedikleri ve benim demincek işte bunlar kaçta kaçı ileriye kalacak dediğim türde olan kitapları alıp satan, ikinci el kitapçı var, bir de sahaf var. Şimdi bu üç kategoride, sahaf gerçekten hem müşterisini, hem kitabı tanıyan, kitabı anlayan kitabın en azından hani tamamını okumasa bile içeriğinin ne olduğunu bilen, özetini bilen, yani o kitabı tanıyan ve o kitabın kime yarayabileceğini, kimin ihtiyacı olduğunu bilen ya da onun müşterisinin kim olduğunu tartabileceği ve dolayısıyle müşterilerini de tanıyan bir adam demek. Daha bilge bir kişilik demek.
T.S.: ‘Bilge kişilik,’ dediniz. Uzman diyebilir miyiz ona?
E.N.: Daha bilge kişilik demek.. yani işte Tekin bey, efendime söyleyim, fotoğraflı kitaptan hoşlanır deyip, haa gelenlerin içinde şöyle iki tane kitap var, onu arayalım, bunlara baksın diyebilen adam sahaf. Yoksa herkes kitapçı olabilir.
T.S.: Şöyle ki, sahaf sadece kitaptan anlamayacak, kitapla ilişkisi olan insanların listesine sahip olacak doğru mu?
E.N. -P. A.: Tabii tabii.. Tabii tabii...
T.S.: Sahaf bir indekse bakar gibi hemen gözünün önünden geçirecek.. Evet şu kitap kimin olabilir diye...
E.N. P. A.: Evet.. Tabii.
P.A.: İkinci el kitapçı dediğimiz zaten güncel kitabı yani son bir senede basılmış kitabı ucuza, kullanılmış olarak alıp satan kişidir.
T.S.: Belki bu ikinci el kitapçı kişi daha sonra sahaf olacaktır. Olamaz mı?
E.N.: Olabilir tabii kendini geliştirirse. Böyle arkadaşlarımız var. Biz geçen sene sahaf festivalini bütün, 70’e yakın sahaf dükkanı ile, sahaflar şenliği adı altında yaptık. Ama bunların yarısı da belki sizin demincek söylediğiniz gibi ikinci elcierdi. Bunlar genç çocuklardı, belki de ilerleyecek, kitapları okuyup öğrenerek sahaf olacaklar ilerde.
T.S.: Bu mesleği devam ettirecekler. Peki şöyle bir bakalım şimdi, siz demek ki kitapçı sahafı ayırıyorsunuz.. peki sadece bu kadar mı? Sahaflıkta başka bir sır yok mu?
P.A.: Sır.. sahaflık bir uzmanlık isteyen bir meslek. Muhakkak ve muhakkak uzmanlık isteyen bir meslek, koku almasını iyi bileceksiniz.
T.S.: Bu koku meselesini açık der misiniz Püzant Bey?
P.A.: Koku meselesini size şöyle izah edeyim...
E.N.: Siz bir tuşa bastınız şimdi! Şimdi bakın.. gidersiniz.. biraz evvel konuşuyordunuz ben de kulak misafiri oldum, mesela biz gideriz, ordan burdan evlerden kitaplar alırız.
T.S.: Evet.
P.A.: Şimdi efendim, tabii ki bizim bildiğimiz kişiler var. Allah onlara uzun ömürler versin.. fakat tabii ki insanların ölümlerinden sonra kitapları satılıyor, şu oluyor bu oluyor. Bize mesela bir telefon geldiği zaman, şu kişinin kitaplığı var, ne dersiniz? Biz muhakkak ve muhakkak o işe tahminle gideriz. Çünkü biliriz o kişinin ne kitaplar topladığını, ne tür kitaplar, onda neler olabileceğini ve muhakkak gideriz, ayriyeten..
T.S.: Bir de kişinin bellek indeksi önünüze geliyor, insandan kitaba geçiyorsunuz.
P.A.: Tabii, tabii. Koku dediğim zaman da, koku dediğim de şudur, o kütüphanenin içinde, Nedret de bunda hemfikir olacak herhalde, bir iki tane kitap olur. Bir ya da iki.
E.N.: Evet.. Evet..
P.A.: Çok mühim bunlar, bunları göreceksiniz. Bunların ne olduğunu bileceksiniz, bunlar zaten o işte...
T.S.: Koku dediğiniz bu mu?
P.A.: Tabii! O işte! Size pazarda para kazandıracak kitaplardır bunlar. Siz iyi bir sahafsanız, onun müşterisi zaten sizde var, bulmuşsunuz, ‘aa bu tamamdır’ dersiniz.
T.S.: Siz bir anlamda birbirlerini arayan Leyla ile Mecnun’u bir araya getiriyorsunuz.
E.N.: Evet, aynen, aynen öyle efendim.
P.A.: Kitabı bir sevgili olarak düşünün, öbürü aşık, sevgiliyle aşığı birbirine kavuşturan kişiyiz biz.
E.N.: Şöyle bir durum var, müdavim ve gerçek kitap severler, gerçek kitaba düşkün olan birtakım kitapseverler, sahafı o yüzden hoşnut tutmak zorundadırlar.
T.S.: Hoşnut tutmak! Tutsunlar ki Leylalarına kavuşsunlar değil mi?
E.N.: Evet, aynen öyle.. mesela bazen biz öyle durumlarla karşılaşırız ki, diyelim ki bir kitap var, bunun üç tane Mecnun’u var,
T.S.: Aaa, bir de şu.. durun bakalım.. iş daha da karıştı.
E.N.: Tabii! İş daha karıştı! Mesela diyelim ki işte sizin Kapadokya kitabınız, diyelim ki bu kitabın mevcudu yok ve bu kitabı üç kişi yana yakıla arıyor. Şimdi... ve biz de gittik bir eve, bu kitap o kitaplığın içinden çıktı, geldi, koyduk Püzant’la masaya.. buraya koyduk. Bizim burda ilk kimi arayacağımız.. o kişi önemli...
T.S.: Püzant Bey’in parmak bastığı nokta! Hem koku alacaksınız hem de ‘üç kişinin yana yakıla aradığı kitabı’ hangisine vereceksiniz? Hangisi Leyla’sına kavuşacak? Haa, bu çok önemli, değil mi?
E. N.: Aynen öyle, evet.. çünkü niye.. o ilk arayacağımız kişi, bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış..
T.S.: Size evet, iyi davranmış..
E.N.: İyi davranmış insan demek. Dolayısıyla kitap düşkününün biraz da bu tür bir şey yapması lazım.
Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
Onlar bir anlamda birbirlerini arayan Leyla ile Mecnun’u bir araya getirir. Şöyle olur sahaflık. Kişinin bellek indeksi öne gelir, insandan kitaba geçilir. Bir de Leyla ile Mecnun benzetmesi..
Bir imgelem. Konu örtüşmesi kolaylığı için. Yıllarca beklenen kitap var ilk. Bu kitap Leyla’dır. Bu kitabı bekleyenler de Mecnun! Bu yana yakıla aranan kitap ortaya çıkar. Görücüsü hazır. Arayanlardan birisine verecek sahaf, bu yana yakıla aranan kitabı.
Değerli İzleyici,
Kitabı bulup ortaya çıkaran, görücü listesine göre Leylasını bekleyen, bir Mecnun’a telefon eder. Bekleyen Mecnun sayısı fazla olabilir. Neden ilk Mecnun aranır ve ilk sırayı o alır? Şu yanıt olabilir; kitaba ve sahafa iyi davranan insan.
Bu ne demektir? Sahaflık biraz da budur. Bunun yanıtını da Nedret Bey veriyor. "Evet.. çünkü niye.. o ilk arayacağımız kişi, bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış..”
Turkuaz'da, Sayın Akbaş ve Sayın İşli ile söyleşi sürüyor.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMezT.S.: Püzant Bey; ‘Bazı sahaflar kitapları satamıyorlar’ dedi. Buna girelim. Sahafla kitapçı arasında ne fark var?
P.A.: Bence çok basit! Kitapçı dediğimiz, yeni kitapları, çıkan kitapları, yeni basılan kitapları satan kişidir, piyasaya veren kişidir. Sahaf, müşterisinin, koleksiyoncunun, araştırmacının, üniversite hocasının veya talebesinin aradığı, kitapları, böyle kaynak kitaplarını bulan kişidir.
E.N.: Yani şöyle bir kategori yapabiliriz aslında. Bir kitapçı, yani yeni ve yakın dönemdeki kitapları satan alan adam, iki, ikinci el kitapçı var, yani daha böyle güncel birtakım, hani insanların okuyup sonra dışarı verdikleri, aman bunlar gitsin yer kaplamasın dedikleri ve benim demincek işte bunlar kaçta kaçı ileriye kalacak dediğim türde olan kitapları alıp satan, ikinci el kitapçı var, bir de sahaf var. Şimdi bu üç kategoride, sahaf gerçekten hem müşterisini, hem kitabı tanıyan, kitabı anlayan kitabın en azından hani tamamını okumasa bile içeriğinin ne olduğunu bilen, özetini bilen, yani o kitabı tanıyan ve o kitabın kime yarayabileceğini, kimin ihtiyacı olduğunu bilen ya da onun müşterisinin kim olduğunu tartabileceği ve dolayısıyle müşterilerini de tanıyan bir adam demek. Daha bilge bir kişilik demek.
T.S.: ‘Bilge kişilik,’ dediniz. Uzman diyebilir miyiz ona?
E.N.: Daha bilge kişilik demek.. yani işte Tekin bey, efendime söyleyim, fotoğraflı kitaptan hoşlanır deyip, haa gelenlerin içinde şöyle iki tane kitap var, onu arayalım, bunlara baksın diyebilen adam sahaf. Yoksa herkes kitapçı olabilir.
T.S.: Şöyle ki, sahaf sadece kitaptan anlamayacak, kitapla ilişkisi olan insanların listesine sahip olacak doğru mu?
E.N. -P. A.: Tabii tabii.. Tabii tabii...
T.S.: Sahaf bir indekse bakar gibi hemen gözünün önünden geçirecek.. Evet şu kitap kimin olabilir diye...
E.N. P. A.: Evet.. Tabii.
P.A.: İkinci el kitapçı dediğimiz zaten güncel kitabı yani son bir senede basılmış kitabı ucuza, kullanılmış olarak alıp satan kişidir.
T.S.: Belki bu ikinci el kitapçı kişi daha sonra sahaf olacaktır. Olamaz mı?
E.N.: Olabilir tabii kendini geliştirirse. Böyle arkadaşlarımız var. Biz geçen sene sahaf festivalini bütün, 70’e yakın sahaf dükkanı ile, sahaflar şenliği adı altında yaptık. Ama bunların yarısı da belki sizin demincek söylediğiniz gibi ikinci elcierdi. Bunlar genç çocuklardı, belki de ilerleyecek, kitapları okuyup öğrenerek sahaf olacaklar ilerde.
T.S.: Bu mesleği devam ettirecekler. Peki şöyle bir bakalım şimdi, siz demek ki kitapçı sahafı ayırıyorsunuz.. peki sadece bu kadar mı? Sahaflıkta başka bir sır yok mu?
P.A.: Sır.. sahaflık bir uzmanlık isteyen bir meslek. Muhakkak ve muhakkak uzmanlık isteyen bir meslek, koku almasını iyi bileceksiniz.
T.S.: Bu koku meselesini açık der misiniz Püzant Bey?
P.A.: Koku meselesini size şöyle izah edeyim...
E.N.: Siz bir tuşa bastınız şimdi! Şimdi bakın.. gidersiniz.. biraz evvel konuşuyordunuz ben de kulak misafiri oldum, mesela biz gideriz, ordan burdan evlerden kitaplar alırız.
T.S.: Evet.
P.A.: Şimdi efendim, tabii ki bizim bildiğimiz kişiler var. Allah onlara uzun ömürler versin.. fakat tabii ki insanların ölümlerinden sonra kitapları satılıyor, şu oluyor bu oluyor. Bize mesela bir telefon geldiği zaman, şu kişinin kitaplığı var, ne dersiniz? Biz muhakkak ve muhakkak o işe tahminle gideriz. Çünkü biliriz o kişinin ne kitaplar topladığını, ne tür kitaplar, onda neler olabileceğini ve muhakkak gideriz, ayriyeten..
T.S.: Bir de kişinin bellek indeksi önünüze geliyor, insandan kitaba geçiyorsunuz.
P.A.: Tabii, tabii. Koku dediğim zaman da, koku dediğim de şudur, o kütüphanenin içinde, Nedret de bunda hemfikir olacak herhalde, bir iki tane kitap olur. Bir ya da iki.
E.N.: Evet.. Evet..
P.A.: Çok mühim bunlar, bunları göreceksiniz. Bunların ne olduğunu bileceksiniz, bunlar zaten o işte...
T.S.: Koku dediğiniz bu mu?
P.A.: Tabii! O işte! Size pazarda para kazandıracak kitaplardır bunlar. Siz iyi bir sahafsanız, onun müşterisi zaten sizde var, bulmuşsunuz, ‘aa bu tamamdır’ dersiniz.
T.S.: Siz bir anlamda birbirlerini arayan Leyla ile Mecnun’u bir araya getiriyorsunuz.
E.N.: Evet, aynen, aynen öyle efendim.
P.A.: Kitabı bir sevgili olarak düşünün, öbürü aşık, sevgiliyle aşığı birbirine kavuşturan kişiyiz biz.
E.N.: Şöyle bir durum var, müdavim ve gerçek kitap severler, gerçek kitaba düşkün olan birtakım kitapseverler, sahafı o yüzden hoşnut tutmak zorundadırlar.
T.S.: Hoşnut tutmak! Tutsunlar ki Leylalarına kavuşsunlar değil mi?
E.N.: Evet, aynen öyle.. mesela bazen biz öyle durumlarla karşılaşırız ki, diyelim ki bir kitap var, bunun üç tane Mecnun’u var,
T.S.: Aaa, bir de şu.. durun bakalım.. iş daha da karıştı.
E.N.: Tabii! İş daha karıştı! Mesela diyelim ki işte sizin Kapadokya kitabınız, diyelim ki bu kitabın mevcudu yok ve bu kitabı üç kişi yana yakıla arıyor. Şimdi... ve biz de gittik bir eve, bu kitap o kitaplığın içinden çıktı, geldi, koyduk Püzant’la masaya.. buraya koyduk. Bizim burda ilk kimi arayacağımız.. o kişi önemli...
T.S.: Püzant Bey’in parmak bastığı nokta! Hem koku alacaksınız hem de ‘üç kişinin yana yakıla aradığı kitabı’ hangisine vereceksiniz? Hangisi Leyla’sına kavuşacak? Haa, bu çok önemli, değil mi?
E. N.: Aynen öyle, evet.. çünkü niye.. o ilk arayacağımız kişi, bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış..
T.S.: Size evet, iyi davranmış..
E.N.: İyi davranmış insan demek. Dolayısıyla kitap düşkününün biraz da bu tür bir şey yapması lazım.
Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
1 Eylül 2010 Çarşamba
Herkes neden sahaf olamaz! 'Kitapla ilk zehirlenmeyi altı yedi yaş dolaylarında yaşadığını' söyleyen Sayın Püzant Akbaş ile söyleşi; On dokuzuncu yazı
Her yazmayı bilen, her okumayı bilen arasında yeti farkı olur. Belki de bundan herkes sahaf olamaz.
Belki de bundan her kitap herkes için değildir. Yazmanın sınırları ile okumanın sınırları da benzer değildir.İyi okur fakat yazamaz. Yazar, yazar da yazdığı yazın olmaz. Okur okur da her okuduğunu, algı dağarına eşit oranda alamaz. Kitap insan ilişkisi, yeme içme ilişkisi gibi sanılır.
Değerli İzleyici,
Her insanda olan yeme içme yetisi gibi belirti verir ilk başta. Yeti için her insanın yaratılışı ile sınırlanan bir durum olmalı.
Böyle olduğu için okulu olmayan meslekler ortaya çıktı. Yazarlık gibi, okulu olmayan sahaflık mesleği söz konusudur.
Sayın Emin Nedret İşli'nin söylediği;“böyle hiç kimsenin yazmadığı çizmediği bilemediği ve kayıtlarda olmayan ama kulaktan kulağa devredilen.. ama çok ince, böyle zarif noktalara değinen birtakım bilgileri...' bu kez Sayın Püzant Akbaş ile söyleşiyoruz ve yılların deneyimi ile Nedret Bey de burada...
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez
T; Sayın Püzant Akbaş, sizin de Emin Bey gibi hevesli yıllarda, kitapla ilgili bir maceranız oldu mu?”
P.A.: Ben istanbul doğumluyum 1949. Bu mesleğe başlamam 1983’leri bulur. Tesadüfen değil ama ondan çok daha evvel, okul yıllarında filan.. Biraz daha geriye gidelim, 16.. 15-16 yaşlarındaydım, bana hediye edilen bir kitapla başlamıştır benim, böyle eski kitaba olan ilgim alakam sevgim.. zehirlenmem..
T.S.: “Sevginin, ilginin fazlası anlamı çıkıyor bundan biraz... Siz ‘zehirlenme,’ dediniz. Nasıl oldu bu?
P.A.: Yaa hakikaten bu zehir insanın damarına girdikten sonra bir daha çıkması çok zor. Hoş ben ve Nedret, tahmin ediyorum o da aynısını düşünüyor, biz çok iyi iki ortak olduk. Yani uzun yıllardır birbirimizi tanıyoruz, 74’lü yıllardan beri..
C Sayın Akbaş.. sizin kitapla tanışmanız.. ailede, arka planda bir kitap birikimi var mı?
P. A; Var! Muhakkak var. Benim babam, rahmetli, daha doğrusu üvey babam, bayağı sıkı bir yazardı. Ermeni edebiyatında olsun, gazetecilikte olsun, ondan gelen bir alışkanlık da olmuştur bende muhakkak.
T.S.: Üvey babanızının kitaplarıyla olan serüveni anlatır mısınız? Kaç yaşındaydınız ?
P.A.: Annem ikinci evliliğini yaptığı zaman ben altı, yedi yaşlarındaydım ve doğrudan doğruya kitaba ulaştım.. adamcağızın, rahmet üstünde olsun, işlerinden dolayı bayağı büyük bir kütüphanesi vardı...
T.S.: Kitabı altı yedi yaşında, ‘bayağı büyük bir kütüphanede’ tanımışsınız. Ne şans! Bu kitaplar size mi kaldı?
P.A.: Hayır! Bana kalmadı, onun da bir kızı ve bir oğlu vardı.. ama ben yıllar içinde topladığım kitaplarla, Nedret beyin de olduğu gibi evimde.. çok güzel bir koleksiyon yaptım, kütüphanem var. Yani devamlı müracaat edebileceğim bir kütüphanem var, onlardan çok çok yararlanırım.
T.S.: İlk zehirlenme altı yedi yaş dolayları... İkinci bir zehirlenme.. kaç yaşında, nerde başladı?
P.A.: On altı, on yedi yaşındaydım herhalde, bu zehirlenme ortaokul yıllarında.. bana yılbaşında hediye edilen bir kitapla başladı ve ondan sonra da devam etti...
T.S.: Kitabı hatırlıyor musunuz?
P.A.: Hatırlıyorum tabii, Ermenice İngilizce bir lügattı bu. Tahmin ediyorum 1856 baskısı bir kitaptı.. halen de durur evimde. Yani aynen duruyor.
E.N.: Ben benimkileri sattım, ilk topladığım kitapları sattım, kurtuldum.
P.A.: Tabii ki Nedret’in burda çok doğru sözü, biz mesela, tam amatörüz ama öbür tarafımız da profesyonel olarak bakar bu işe. Çünkü bu bizim ekmeğimiz, bu bizim ailemizi geçindirdiğimiz mesleğimiz, bu kadar yıldır bunu meslek edindik. Efendime söyleyim, eğer tabiri caizse yedik içtik kitap topladık ve kendimize göre rahat bir hayat da sürdük yani.
T.S.: Bazı sahaflar kitapları satamıyorlar. Siz de iki ortak o grubun içine mi giriyorsunuz?
P.A.: Aa! Şimdi efendim bu biraz şey, sahaf dediğiniz zaman, Nedret beyin söylediklerini kabul ediyorum. Ona ilave edeceğim bir şey de var, ilişki çok mühim sahaf için. Yani biz sahafı kitapçıdan ayırıyoruz.Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
Belki de bundan her kitap herkes için değildir. Yazmanın sınırları ile okumanın sınırları da benzer değildir.İyi okur fakat yazamaz. Yazar, yazar da yazdığı yazın olmaz. Okur okur da her okuduğunu, algı dağarına eşit oranda alamaz. Kitap insan ilişkisi, yeme içme ilişkisi gibi sanılır.
Değerli İzleyici,
Her insanda olan yeme içme yetisi gibi belirti verir ilk başta. Yeti için her insanın yaratılışı ile sınırlanan bir durum olmalı.
Böyle olduğu için okulu olmayan meslekler ortaya çıktı. Yazarlık gibi, okulu olmayan sahaflık mesleği söz konusudur.
Sayın Emin Nedret İşli'nin söylediği;“böyle hiç kimsenin yazmadığı çizmediği bilemediği ve kayıtlarda olmayan ama kulaktan kulağa devredilen.. ama çok ince, böyle zarif noktalara değinen birtakım bilgileri...' bu kez Sayın Püzant Akbaş ile söyleşiyoruz ve yılların deneyimi ile Nedret Bey de burada...
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez
T; Sayın Püzant Akbaş, sizin de Emin Bey gibi hevesli yıllarda, kitapla ilgili bir maceranız oldu mu?”
P.A.: Ben istanbul doğumluyum 1949. Bu mesleğe başlamam 1983’leri bulur. Tesadüfen değil ama ondan çok daha evvel, okul yıllarında filan.. Biraz daha geriye gidelim, 16.. 15-16 yaşlarındaydım, bana hediye edilen bir kitapla başlamıştır benim, böyle eski kitaba olan ilgim alakam sevgim.. zehirlenmem..
T.S.: “Sevginin, ilginin fazlası anlamı çıkıyor bundan biraz... Siz ‘zehirlenme,’ dediniz. Nasıl oldu bu?
P.A.: Yaa hakikaten bu zehir insanın damarına girdikten sonra bir daha çıkması çok zor. Hoş ben ve Nedret, tahmin ediyorum o da aynısını düşünüyor, biz çok iyi iki ortak olduk. Yani uzun yıllardır birbirimizi tanıyoruz, 74’lü yıllardan beri..
C Sayın Akbaş.. sizin kitapla tanışmanız.. ailede, arka planda bir kitap birikimi var mı?
P. A; Var! Muhakkak var. Benim babam, rahmetli, daha doğrusu üvey babam, bayağı sıkı bir yazardı. Ermeni edebiyatında olsun, gazetecilikte olsun, ondan gelen bir alışkanlık da olmuştur bende muhakkak.
T.S.: Üvey babanızının kitaplarıyla olan serüveni anlatır mısınız? Kaç yaşındaydınız ?
P.A.: Annem ikinci evliliğini yaptığı zaman ben altı, yedi yaşlarındaydım ve doğrudan doğruya kitaba ulaştım.. adamcağızın, rahmet üstünde olsun, işlerinden dolayı bayağı büyük bir kütüphanesi vardı...
T.S.: Kitabı altı yedi yaşında, ‘bayağı büyük bir kütüphanede’ tanımışsınız. Ne şans! Bu kitaplar size mi kaldı?
P.A.: Hayır! Bana kalmadı, onun da bir kızı ve bir oğlu vardı.. ama ben yıllar içinde topladığım kitaplarla, Nedret beyin de olduğu gibi evimde.. çok güzel bir koleksiyon yaptım, kütüphanem var. Yani devamlı müracaat edebileceğim bir kütüphanem var, onlardan çok çok yararlanırım.
T.S.: İlk zehirlenme altı yedi yaş dolayları... İkinci bir zehirlenme.. kaç yaşında, nerde başladı?
P.A.: On altı, on yedi yaşındaydım herhalde, bu zehirlenme ortaokul yıllarında.. bana yılbaşında hediye edilen bir kitapla başladı ve ondan sonra da devam etti...
T.S.: Kitabı hatırlıyor musunuz?
P.A.: Hatırlıyorum tabii, Ermenice İngilizce bir lügattı bu. Tahmin ediyorum 1856 baskısı bir kitaptı.. halen de durur evimde. Yani aynen duruyor.
E.N.: Ben benimkileri sattım, ilk topladığım kitapları sattım, kurtuldum.
P.A.: Tabii ki Nedret’in burda çok doğru sözü, biz mesela, tam amatörüz ama öbür tarafımız da profesyonel olarak bakar bu işe. Çünkü bu bizim ekmeğimiz, bu bizim ailemizi geçindirdiğimiz mesleğimiz, bu kadar yıldır bunu meslek edindik. Efendime söyleyim, eğer tabiri caizse yedik içtik kitap topladık ve kendimize göre rahat bir hayat da sürdük yani.
T.S.: Bazı sahaflar kitapları satamıyorlar. Siz de iki ortak o grubun içine mi giriyorsunuz?
P.A.: Aa! Şimdi efendim bu biraz şey, sahaf dediğiniz zaman, Nedret beyin söylediklerini kabul ediyorum. Ona ilave edeceğim bir şey de var, ilişki çok mühim sahaf için. Yani biz sahafı kitapçıdan ayırıyoruz.Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar; Feryal Özkale Sönmez
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Sahaf konusu, kitap - insan konusudur. Otuz yıllık sahaf Sayın Emin Nedret İşli ile söyleşi; On sekizinci yazı
Kağıt üzerinde çizgi, yuvarlak ya köşeli simge, adına harf denilen işaretlerle yaşıyoruz. Bizlere şaşırtıcı gelmeyen bu durum, eskiden yazmaya uzak milyon insan için şaşırtıcı olmalı. Yazı, giz; yazma tılsımı buradan başlar.
Söz yazıya evrildi, oluşan teknik bilgi ve yazılım öğrenimi; dönemine göre seçkin bir kast sistemine dönüştü. Eski yakınlarda 'mürettip' denirdi bu meslek mensuplarına. Çırak, kalfa, usta gibi sınıflar ortaya çıktı. Yazma tekniğini bilen ve düşünsel imgelemlerini yazarak betimleyen insan tanımı ayrıştı. Daha sonra başladı her yazmayı bilen, her okumayı bilen arasındaki ayrım.
Yazmayı teknik olarak bilen ve kitap dizgisi yapanla kitabı okuyanlar arasında da ayrıklık başladı. Daha sonra, her kitap herkes için değildir, aşaması geldi. Okuma bilen her birey, okuduğu her şeyde başka anlam aradı ya da farklı anlamlar çıkarsadı okuduklarından. Okuyan, yazan, yayın, kitap konusunda uzmanlaşmalar ayrıştı. Okulu olmayan yazar gibi, okulu olmayan sahaf imgelemi ortaya çıktı.
Sahaflık sanatının ağızdan ağıza kulaktan kulağa geçen sözlü bilgilerini, kendi tanımıyla çıraklık döneminde biriktiren Sayın Emin Nedret İşli, yaklaşık 30 yıla yakındır sahaflık yapıyorum, diyor. Şimdi bu söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 4 Ağustos 2010SORU; Nedret Bey ilk gittiğiniz sahaf aklınızda mı?
YANIT; Sahaflar Çarşısı'nın dükkanları yetmediğinden dolayı bir de onun tam karşısında, Beyazıt camiinin karşısında Beyaz Çarşı diye, eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ların sahibi olduğu bir hanın alt katında, daha çok dini yayınlar satan bir çarşı oluşmuştu. Şimdi orası otel oldu. O Beyaz Çarşı’da daha çok bu sahafiye kitaplar satan ve akademik dünyaya daha çok hitap eden Enderun Kitabevi diye bir katabevi vardı. Ben orda 1978 yılında İsmail Özdoğan diye bir sahaf beyin yanında bir altı ay kadar sahaf çıraklığı yaptım. Ama orası çok enteresan güzel bir yerdi, yani hakikaten bilim adamlarının çok sık geldiği bir yerdi.
SORU; Kimleri tanıdınız?
YANIT; Orda Prof Fahir İz’i tanıdım, Agah Sırrı Levent’i, Fevziye Abdullah Tansel’i tanıdım, bunlar hepsi, Fuat Köprülü’nün yetiştirdiği insanlardır. Bizim bu kitap tarih edebiyat dünyamızın çok önemli simalarını orada gördüm ve onlarla tanıştım.
SORU; Önemli yıllar, bugünkü durumla benzerlik var mı?
YANIT; Evet evet, o yıllar benim için çok önemli. Şimdi şöyle, birincisi ben oraya tabii daha önce bir müşteri müdavim sıfatıyla gidiyordum, sonra liseden mezun olur olmaz çıraklığa talip oldum ve altı ay kadar çalıştım. O dönemde ve ondan önceki müdavimliğim, müşteriliğim zamanında da oraya gelen insanlar uzun bir müddet oturup sohbet edip kitap alan insanlardı. Şimdi Enderun Kitabevi’ne gelen insanlar orda sadece kitap almakla kalmıyorlardı, kendi aralarında bir sohbet ortamı oluşturup çeşitli şeyler üzerine, yani kitapların incelikleri nadirliği, neden nadir oldukları, kimin, hangisinin hangi cildinin daha az bulunduğu, hangisinin.. efendime söyleyim ne nedenle kaybolduğu gibi bir sürü, kitap dünyasıyla ve yayın işleriyle ilgili bir sürü bildiklerini karşılıklı birbirleriyle paylaşıyorlardı. Şimdi maalesef günümüzde, şu günümüze hemen bir saptama yapalım, günümüzde böyle bir ortam artık söz konusu değil. Yani ne müdavim çok fazla geliyor, ne de böyle bir sohbet ortamı oluşuyor kitapçılarda.
SORU; O sohbetler yok, değişen insan mı, koşullar mı?
YANIT; İnsanlar internetten alışveriş yapıyorlar falan filan.. işte o çevrede tabii uzun yıllar bulunduğum için bir sürü, hani eskilerin, Osmanlı tabiriyle hurda bilgi dedikleri, hurda malumat dedikleri bir tip malumat var, yani böyle hiç kimsenin yazmadığı çizmediği bilemediği ve kayıtlarda olmayan ama kulaktan kulağa devredilen.. ama çok ince, böyle zarif noktalara değinen birtakım bilgileri.. öğrendim ve ordan epey bilgim oldu.
T; İlk kitap nasıl ulaştı, raslantı mı, aile kitaplığı mı?
E.N;Hayır benim ailemde kitapla ilgili çok fazla insan yok. Ciddi bir kütüphane de yoktu evimizde. Yani normal eski İstanbullu bir aileydik ama öyle kitaba düşkün, kitap toplayan, kitap okuyan aileden kimse yoktu. İki kitap vardı çocukluğumda elime geçen, hatırladığım bir Rıza Tevfik’in Serabı Ömrüm adlı şiir kitabıdır, o da imzalı idi; ama sonradan öğredik ki bu Rıza Tevfik’in kitabının imzalı oluşu çok büyük bir özellik değilmiş, çünkü Rıza Tevfik’İn kitabı, Serabı Ömrüm basıldığı zaman 3000 nüshayı da Rıza Tevfik oturup imzalamış. Yani şöyle bir durum, hatta sahaflık açısından, Rıza Tevfik’in Serabı Ömrüm isimli kitabının imzasız nüshaları daha önemli. Çünkü gözden kaçmış ya imzalanmamış olanlar.. o nedenle böyle de bir incelik var bu işte. Biri o idi, evimizde vardı.
T; Kaç yaşındaydınız o zaman?
E.N; Beş altı belki yedi yaşlarında falan. Bir de babamın böyle sandık odası gibi bir odada tuttuğu..
T; Eski evlerde duvar içinde...
E.N;Duvarın içindeki raflı bir büyük dolabın içerisinde sakladığı işte alet kutularını bilmem nelerini koyduğu ve bize göstermediği ve işte aman bu çok açık saçık resimler falan var dediği bir kitap vardı. O da bir efsane gibiydi evde, onu da sonradan, babam benim küçük yaşta vefat etti, sonradan işte kitabı açtık baktık ki, 1940’larda yayınlanmış ‘Tenasül Hayatımız’ diye bir kitap.
T; Kama Sutra’nın bir benzeri,
E.N; Hayır o da değil, bu bir tıbbi şey yani evlilikte cinsel hayat işte nasıl çocuk doğar falan gibi..
T; Tamam anımsıyorum o kitabı.
E.N; Türkiye yayınevinin bastığı tenasül hayatımız diye bir şey. Hani aslında hiç cinsellikle falan ilgisi yok ama işte içinde birtakım insan organlarını falan gösteriyor diye bizimkiler de aman bu çok tehlikeli bir kitap.. pornografik bir kitapmış gibi.. biz de bilmiyoruz tabii, aman görsek bir diye yanıp yakılıyorduk.
T; Kardeşler de kitap sever mi Emin Bey?
E.N; İki kardeşiz, abim benden sekiz yaş büyüktür, tarih fakültesi mezunudur, o da lise yıllarında, öğrencilik yıllarında, Cağaloğlu'nda Babıali’de İnsel Kitabevi diye bir kitabevi vardı, bu meşhur Fahrettin Altay paşanın damadı çevirmen Avni İnsel’in kurmuş olduğu bir kitabevi. Avni İnsel de çok meşhur bir adam, meşhur Pitigrilli vardır ya, Pitigrilli'yi falan Türkiye'ye kazandıran adam. Çok enteresan, birtakım böyle biraz kısmen yarı açık kitapları, müstehcen kitapları, o tarihin tabii, müstehcenliğine göre çeviren adam. Onun dükkanında, bir yedi sekiz ay o da çıraklık, tezgahtarlık yaptı. Orda abim kitap toplamaya o başladı, daha sonra ben de ondan etkilenerek ve efendime söyleyim, ondan öğrenerek başladım kitap toplamaya...
Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraf; Feryal Özkale Sönmez
BAKINIZ http://tekinsonmez.com/
Söz yazıya evrildi, oluşan teknik bilgi ve yazılım öğrenimi; dönemine göre seçkin bir kast sistemine dönüştü. Eski yakınlarda 'mürettip' denirdi bu meslek mensuplarına. Çırak, kalfa, usta gibi sınıflar ortaya çıktı. Yazma tekniğini bilen ve düşünsel imgelemlerini yazarak betimleyen insan tanımı ayrıştı. Daha sonra başladı her yazmayı bilen, her okumayı bilen arasındaki ayrım.
Yazmayı teknik olarak bilen ve kitap dizgisi yapanla kitabı okuyanlar arasında da ayrıklık başladı. Daha sonra, her kitap herkes için değildir, aşaması geldi. Okuma bilen her birey, okuduğu her şeyde başka anlam aradı ya da farklı anlamlar çıkarsadı okuduklarından. Okuyan, yazan, yayın, kitap konusunda uzmanlaşmalar ayrıştı. Okulu olmayan yazar gibi, okulu olmayan sahaf imgelemi ortaya çıktı.
Sahaflık sanatının ağızdan ağıza kulaktan kulağa geçen sözlü bilgilerini, kendi tanımıyla çıraklık döneminde biriktiren Sayın Emin Nedret İşli, yaklaşık 30 yıla yakındır sahaflık yapıyorum, diyor. Şimdi bu söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 4 Ağustos 2010SORU; Nedret Bey ilk gittiğiniz sahaf aklınızda mı?
YANIT; Sahaflar Çarşısı'nın dükkanları yetmediğinden dolayı bir de onun tam karşısında, Beyazıt camiinin karşısında Beyaz Çarşı diye, eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ların sahibi olduğu bir hanın alt katında, daha çok dini yayınlar satan bir çarşı oluşmuştu. Şimdi orası otel oldu. O Beyaz Çarşı’da daha çok bu sahafiye kitaplar satan ve akademik dünyaya daha çok hitap eden Enderun Kitabevi diye bir katabevi vardı. Ben orda 1978 yılında İsmail Özdoğan diye bir sahaf beyin yanında bir altı ay kadar sahaf çıraklığı yaptım. Ama orası çok enteresan güzel bir yerdi, yani hakikaten bilim adamlarının çok sık geldiği bir yerdi.
SORU; Kimleri tanıdınız?
YANIT; Orda Prof Fahir İz’i tanıdım, Agah Sırrı Levent’i, Fevziye Abdullah Tansel’i tanıdım, bunlar hepsi, Fuat Köprülü’nün yetiştirdiği insanlardır. Bizim bu kitap tarih edebiyat dünyamızın çok önemli simalarını orada gördüm ve onlarla tanıştım.
SORU; Önemli yıllar, bugünkü durumla benzerlik var mı?
YANIT; Evet evet, o yıllar benim için çok önemli. Şimdi şöyle, birincisi ben oraya tabii daha önce bir müşteri müdavim sıfatıyla gidiyordum, sonra liseden mezun olur olmaz çıraklığa talip oldum ve altı ay kadar çalıştım. O dönemde ve ondan önceki müdavimliğim, müşteriliğim zamanında da oraya gelen insanlar uzun bir müddet oturup sohbet edip kitap alan insanlardı. Şimdi Enderun Kitabevi’ne gelen insanlar orda sadece kitap almakla kalmıyorlardı, kendi aralarında bir sohbet ortamı oluşturup çeşitli şeyler üzerine, yani kitapların incelikleri nadirliği, neden nadir oldukları, kimin, hangisinin hangi cildinin daha az bulunduğu, hangisinin.. efendime söyleyim ne nedenle kaybolduğu gibi bir sürü, kitap dünyasıyla ve yayın işleriyle ilgili bir sürü bildiklerini karşılıklı birbirleriyle paylaşıyorlardı. Şimdi maalesef günümüzde, şu günümüze hemen bir saptama yapalım, günümüzde böyle bir ortam artık söz konusu değil. Yani ne müdavim çok fazla geliyor, ne de böyle bir sohbet ortamı oluşuyor kitapçılarda.
SORU; O sohbetler yok, değişen insan mı, koşullar mı?
YANIT; İnsanlar internetten alışveriş yapıyorlar falan filan.. işte o çevrede tabii uzun yıllar bulunduğum için bir sürü, hani eskilerin, Osmanlı tabiriyle hurda bilgi dedikleri, hurda malumat dedikleri bir tip malumat var, yani böyle hiç kimsenin yazmadığı çizmediği bilemediği ve kayıtlarda olmayan ama kulaktan kulağa devredilen.. ama çok ince, böyle zarif noktalara değinen birtakım bilgileri.. öğrendim ve ordan epey bilgim oldu.
T; İlk kitap nasıl ulaştı, raslantı mı, aile kitaplığı mı?
E.N;Hayır benim ailemde kitapla ilgili çok fazla insan yok. Ciddi bir kütüphane de yoktu evimizde. Yani normal eski İstanbullu bir aileydik ama öyle kitaba düşkün, kitap toplayan, kitap okuyan aileden kimse yoktu. İki kitap vardı çocukluğumda elime geçen, hatırladığım bir Rıza Tevfik’in Serabı Ömrüm adlı şiir kitabıdır, o da imzalı idi; ama sonradan öğredik ki bu Rıza Tevfik’in kitabının imzalı oluşu çok büyük bir özellik değilmiş, çünkü Rıza Tevfik’İn kitabı, Serabı Ömrüm basıldığı zaman 3000 nüshayı da Rıza Tevfik oturup imzalamış. Yani şöyle bir durum, hatta sahaflık açısından, Rıza Tevfik’in Serabı Ömrüm isimli kitabının imzasız nüshaları daha önemli. Çünkü gözden kaçmış ya imzalanmamış olanlar.. o nedenle böyle de bir incelik var bu işte. Biri o idi, evimizde vardı.
T; Kaç yaşındaydınız o zaman?
E.N; Beş altı belki yedi yaşlarında falan. Bir de babamın böyle sandık odası gibi bir odada tuttuğu..
T; Eski evlerde duvar içinde...
E.N;Duvarın içindeki raflı bir büyük dolabın içerisinde sakladığı işte alet kutularını bilmem nelerini koyduğu ve bize göstermediği ve işte aman bu çok açık saçık resimler falan var dediği bir kitap vardı. O da bir efsane gibiydi evde, onu da sonradan, babam benim küçük yaşta vefat etti, sonradan işte kitabı açtık baktık ki, 1940’larda yayınlanmış ‘Tenasül Hayatımız’ diye bir kitap.
T; Kama Sutra’nın bir benzeri,
E.N; Hayır o da değil, bu bir tıbbi şey yani evlilikte cinsel hayat işte nasıl çocuk doğar falan gibi..
T; Tamam anımsıyorum o kitabı.
E.N; Türkiye yayınevinin bastığı tenasül hayatımız diye bir şey. Hani aslında hiç cinsellikle falan ilgisi yok ama işte içinde birtakım insan organlarını falan gösteriyor diye bizimkiler de aman bu çok tehlikeli bir kitap.. pornografik bir kitapmış gibi.. biz de bilmiyoruz tabii, aman görsek bir diye yanıp yakılıyorduk.
T; Kardeşler de kitap sever mi Emin Bey?
E.N; İki kardeşiz, abim benden sekiz yaş büyüktür, tarih fakültesi mezunudur, o da lise yıllarında, öğrencilik yıllarında, Cağaloğlu'nda Babıali’de İnsel Kitabevi diye bir kitabevi vardı, bu meşhur Fahrettin Altay paşanın damadı çevirmen Avni İnsel’in kurmuş olduğu bir kitabevi. Avni İnsel de çok meşhur bir adam, meşhur Pitigrilli vardır ya, Pitigrilli'yi falan Türkiye'ye kazandıran adam. Çok enteresan, birtakım böyle biraz kısmen yarı açık kitapları, müstehcen kitapları, o tarihin tabii, müstehcenliğine göre çeviren adam. Onun dükkanında, bir yedi sekiz ay o da çıraklık, tezgahtarlık yaptı. Orda abim kitap toplamaya o başladı, daha sonra ben de ondan etkilenerek ve efendime söyleyim, ondan öğrenerek başladım kitap toplamaya...
Tekin SonMez, 23 Haziran 2010, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraf; Feryal Özkale Sönmez
BAKINIZ http://tekinsonmez.com/
3 Ağustos 2010 Salı
Elyazmaları öykü, bölüm VI; Kitaplarla ilişki, insanlarla ilişkiye benzer, İnsanlar değiştikçe, kitaplar da değişir; On yedinci yazı
"Birkaç gün insan sesi işitmeyen kitaplarda başlayan hüzün, ne eksik ne fazla, bu hüznün yarattığı acılı titreşimlerle yoğunlaşan bir durum bu. Annem ve babam, öğretilerini bana şöyle betimlediler. 'Oğlum; Kitaplarla ilişki, insanlarla ilişkiye benzer,' dediler.
"Kitap dolu odaların, insanlara küserek içlerine doğru kapandıklarını, o uğultulu depremsi geceden sonra biliyorum artık. Benim alın yazım da bu! Son nefesime dek, bu rafları aynı boy kitaplarla dolu odalarda yaşamak yazgımmış." (*)
Değerli izleyici,
Elyazmaları adlı öykü sürüyor. 'Kars Platosu Öyküleri’nin ilk fragmanları Kültür Senatosu konukluğu dönemime (Berlin 1991) rastlar,' diye iki önceki sunumda yazdım.
"Berlin seni beklerken sonbahar geldi. ne yana bakılsa görülebilir ebruli kızıllıklarla, turuncu, mor geçişli güzün uyumu yapraklara serpilmeden önce Berlin e gelmek isterdin. Kanallara sis inerken kar yumuşaklığını severdin sevmesine ya, ağaçların yeşil yaprakları, dikenli hırçın rüzgarlarla savrulmadan öncesini de severdin," betimiyle açılan "Söylence Berlin" adlı romanımı yazdığım günlerdi.
'Elyazmaları' adlı öyküde olduğu gibi insan kokusu alamayan kitapların göçmen kuşlar gibi farklı iklimlerde kitap koloniler kurarak insan oğlundan uzaklaştıkları söylencesini, o günlerde yaşadığım bir düşte öğrendim.
Dün, bir aşağıda söyledim; Kitap neden bu denli şaşırtıcı etki yapar? Söz yazıya dönüştükten sonra ortaya çıkan teknik bilgi, yazılım öğrenimi; dönemine göre seçkin bir kast sistemine dönüştü. Yazmayı bilenlerle bilemeyenler arasında beliren fark, bilmeyenler için ulaşılmaz bir muamma, bilmeyenlere karşı bir gizlilik örtüsü gibi yerleşti insan zihnine. Yazı bilen bilmeyen ayrımı sonra gelir.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 3 Ağustos 2010"Sipariş verilecek kitapların seçilmesi ve kitap pazarına gelen bezirganlara bu listelerin sunulması annemle babamın işlerinin arasındaydı. Bazı bezirganlar, editörlerini yanlarında getirirdi o günlerde. Annem, babam daha çok bu tür editörlerle görüşür ve konuşurlardı.
"Bir yıl, bazen birkaç yıl sonrası için verilen siparişlerin zamanında Kars’a gönderilmeleri için, editörlere gururlandırıcı dil dökmeyi de beceren annem ve babam, son yıl beni de Kars Kitap Pazarı’na götürdüler.
"Onlara göre artık benim de kitap seçme zamanım gelmişti.
"Böylece kendi kitaplığımı kuracaktım.
"Yeni yürümeye başladığım ilk gün, omuzuma geçirilen dışı saf ipek, içi keten, kenevir liflerinden yapılmış bezle sarılı kitap torbamı bu kez boynumdan geçirip, yandan kalçamın üstüne yerleştirdim.
“Bunun içine, artık bir kitap koyma zamanı geldi,” dediydi annem. Tökezlenmeden yürüyebiliyordum tek başıma o günlerde. Kars Pazarı’nda nasıl bir kitap seçeceğim merak konusu olmuştu.
"Bütün bu bölgenin içinden İpek Yolu’nun geçmesi nedeniyle hatta Asya ile Avrupa arasındaki en büyük kitap pazarının, Kars Platosu’nda kurulduğunu da o gün öğrendim.
"O gün bir şey daha öğrendim, annem ve babam ellerimden tutmuş caddede yürüyorlardı. Ahalinin bize olan saygısını da o gün gördüm.
"Dışarıya çıkmaya pek fazla zamanları olmayan bu iki insan, gururla yaşadıkları Kars kenti insanlarına ve dünyanın her yönünden gelen editörlere geleceğin editörü olarak beni de göstermek istiyorlardı." (SÜRECEK)
Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.
"Kitap dolu odaların, insanlara küserek içlerine doğru kapandıklarını, o uğultulu depremsi geceden sonra biliyorum artık. Benim alın yazım da bu! Son nefesime dek, bu rafları aynı boy kitaplarla dolu odalarda yaşamak yazgımmış." (*)
Değerli izleyici,
Elyazmaları adlı öykü sürüyor. 'Kars Platosu Öyküleri’nin ilk fragmanları Kültür Senatosu konukluğu dönemime (Berlin 1991) rastlar,' diye iki önceki sunumda yazdım.
"Berlin seni beklerken sonbahar geldi. ne yana bakılsa görülebilir ebruli kızıllıklarla, turuncu, mor geçişli güzün uyumu yapraklara serpilmeden önce Berlin e gelmek isterdin. Kanallara sis inerken kar yumuşaklığını severdin sevmesine ya, ağaçların yeşil yaprakları, dikenli hırçın rüzgarlarla savrulmadan öncesini de severdin," betimiyle açılan "Söylence Berlin" adlı romanımı yazdığım günlerdi.
'Elyazmaları' adlı öyküde olduğu gibi insan kokusu alamayan kitapların göçmen kuşlar gibi farklı iklimlerde kitap koloniler kurarak insan oğlundan uzaklaştıkları söylencesini, o günlerde yaşadığım bir düşte öğrendim.
Dün, bir aşağıda söyledim; Kitap neden bu denli şaşırtıcı etki yapar? Söz yazıya dönüştükten sonra ortaya çıkan teknik bilgi, yazılım öğrenimi; dönemine göre seçkin bir kast sistemine dönüştü. Yazmayı bilenlerle bilemeyenler arasında beliren fark, bilmeyenler için ulaşılmaz bir muamma, bilmeyenlere karşı bir gizlilik örtüsü gibi yerleşti insan zihnine. Yazı bilen bilmeyen ayrımı sonra gelir.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 3 Ağustos 2010"Sipariş verilecek kitapların seçilmesi ve kitap pazarına gelen bezirganlara bu listelerin sunulması annemle babamın işlerinin arasındaydı. Bazı bezirganlar, editörlerini yanlarında getirirdi o günlerde. Annem, babam daha çok bu tür editörlerle görüşür ve konuşurlardı.
"Bir yıl, bazen birkaç yıl sonrası için verilen siparişlerin zamanında Kars’a gönderilmeleri için, editörlere gururlandırıcı dil dökmeyi de beceren annem ve babam, son yıl beni de Kars Kitap Pazarı’na götürdüler.
"Onlara göre artık benim de kitap seçme zamanım gelmişti.
"Böylece kendi kitaplığımı kuracaktım.
"Yeni yürümeye başladığım ilk gün, omuzuma geçirilen dışı saf ipek, içi keten, kenevir liflerinden yapılmış bezle sarılı kitap torbamı bu kez boynumdan geçirip, yandan kalçamın üstüne yerleştirdim.
“Bunun içine, artık bir kitap koyma zamanı geldi,” dediydi annem. Tökezlenmeden yürüyebiliyordum tek başıma o günlerde. Kars Pazarı’nda nasıl bir kitap seçeceğim merak konusu olmuştu.
"Bütün bu bölgenin içinden İpek Yolu’nun geçmesi nedeniyle hatta Asya ile Avrupa arasındaki en büyük kitap pazarının, Kars Platosu’nda kurulduğunu da o gün öğrendim.
"O gün bir şey daha öğrendim, annem ve babam ellerimden tutmuş caddede yürüyorlardı. Ahalinin bize olan saygısını da o gün gördüm.
"Dışarıya çıkmaya pek fazla zamanları olmayan bu iki insan, gururla yaşadıkları Kars kenti insanlarına ve dünyanın her yönünden gelen editörlere geleceğin editörü olarak beni de göstermek istiyorlardı." (SÜRECEK)
Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.
2 Ağustos 2010 Pazartesi
Sahaflık mesleği ile yıllarını tüketenlere soruyoruz, kitaptaki sır nedir diye; Sayın Halil Bingöl ile söyleşi, 4. bölüm; On altıncı yazı
Kitap insan bağlantısı, bugün de söylenemeyecek gizlerle karşımıza çıkar ve keşif masasında konu olur.
Kitap neden bu denli şaşırtıcı etki yapar? Kağıt üzerinde çizgilerden, yuvarlak ya da köşeli simgelerden, adına harf denilen görüntülerin biçemleri mi bu etkiyi veriyor? Yoksa alt alta yazılmış tümceler mi? Her tümce, içinde taşıdığı anlam ile doğuma hazırlanan canlı gibidir. Gök yüzünde elle ulaşılamayan sayısız yıldızın yaydığı ışıkdaki gizem gibi merak uyandırır kitapdaki harfler, okuma bilmeyenler için.
Değerli izleyici,
Okumayı bilmeyen, okuduğunu anlamayan için kitap bir 'muamma' olur. Burdan başlar giz! Anlaşılmayan tümce, açılmayan kapı olur. Kırarak içeri girmek de vardır o kapıyı fakat kırıldığında kapı diye bir şey kalmaz ortada.
Oysa çok kolaydır! Kitap bir nedenle elinize geldiğinde, açılmayı bekler. Sırlar kitabın açık sayfadır. Pek çok kitap yıllarca açılmayı bekler, içe dönük insanlar gibi suskun bekleyen kitaplar vardır. Sabırla okurunu bekleyen kitaplardan talihli olanları eline alan ve onların dilinden anlayan kitap Sayın Halil Bingöl ile söyleşinin sonuna geldik.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 2 Ağustos 2010 Tekin; Halil Bey, peki nasıl bir sır söylenmeyecek şeyler mi?
Halil; Tekin Ağabey, fazla da açıklanacak şeyler değil, meslek sırlarıdır bunun okulu yoktur bunun için 15 yllık bir çıraklık devresi 10 yıllık bir kalfalık devresi olmak üzere 25 yıllık bir süreç içinde bu, olgunlaşmaya başlıyorsunuz. Tabii ki kitabı aşk derecesinde sevmek de var bu ayrı bir şey.
T; Evet bu apayrı bir şey.
H; Aşk! Kağıt kokusunu da ileri geçiyor bu..
T; Aşk... Nasıl?
H; Aşk! Kitap aşkı, ilerki devresi o biraz kötü oluyor, şöyle ki, sen kitaba tamamiyle bağlanıp satamıyorsun o kitabı.
T; Bir de satamıyorsun!
H; Evet o felaket bir durum! Burda bir arkadaşımız öyle, öyle bir durumda, satamıyor hiç bir tanesini, kıyamıyor, bunlar benim yavrularım diyor. Ben bunları satarsam ya hoyrat bir ele geçerse diyor. Ya bunu hırpalarsa diyor, yani onun çocuğu gibi muhafaza ediyor.
T; Siz daha o aşamada değil misiniz?
H; Ben o dönemde değilim! Olmak da istemem yani.
T; Peki kitabı nasıl algılayalım? Kitabı algılamada diyorsunuz ki tutku, aşk var ve bu aşkın kademeleri var...
H; Şimdi siz kitaba ne kadar yaklaşırsanız, ne kadar yapışırsanız onlar birer canlıdır. Her sayfasının bir özelliği var, bir canı var. Ordaki kitabın bakımı yapılmazsa ilerki senelerde üzerinde lekeler oluşur asit lekeleri.
T; Kitap sayfalarında gözle görülür mü, canlı mıdır bu?
H; Evet, canlıdır bu, yürüyor yani. Evet. Çok çok ilerki durumda kırılmaya başlar kağıt. Kırılır resmen kırılır böyle, elinize alırsınız kırt diye kırılır böyle gevrek hale gelir, kitap kendi kendine yanar, alevli değil, için için yanar, asidi onu yakar bitirir. Mahveder! Onun için o kitabı ayda bir, onbeşde bir açarsanız, havalandırırsanız, oksijenle temasa getirirseniz bu yangınını bir nebze olsun söndürürsünüz.
T; Bu kesin gerekiyor mu?
H; Kesin gerekiyor!
T;Yüzlerce kitabınız var, bunu nasıl yapacaksınız?
H;Onu artık, o el alışkanlığı, tek tek onlarla ilgilenmeniz lazım, bakımını yapacaksınız, tozunu alacaksınız, o zaman o kitapalar dile geliyor, ondan sonra onlar sizlen hercümerc oluyor ve sizlen konuşmaya başlıyorlar.
T; Halil Bey kitapların size ulaşması.. bir yerden telefon mu ediyorlar size.. şöyle 'bir kitaplık dolu kitap,' diye..
H; Şimdi çağırırlar, telefon ederler, veyahut da tanıdık eş dost vasıtasıyla, gider bakarız kitaplığa..
T; Nasıl oluyor o insan ölmüşmü oluyor, o kitaplar nasıl..
H; Evet! Kitapların bize gelme konusuna geçiyoruz. Şahsın ölmesiyle bir! Özellikle erkekler kitap tutkunu olur, bayanlar pek kitabı sevmezler, toz tuttuğu için, işte fazla ilgi çektiği için, eşi tarafından ihmal edildiğini zannettiği için kitaba bayağı düşmanımsı bakarlar, eş öldüğü zaman ilk evvel emirde satılacak şey kitaptır ilk.
T; İlk önce kitap mı çıkar evden?
H; Bu hiç değişmez! Hatta gideriz deriz bakarız ederiz işte muhteşem kütüphane, kadın.. çok oldu böyle.. Alın bunları götürün kardeşim, görmeyim,' diye. Ee ne ödeyeceğiz? Para mara yok.. para istemiyor, düşünebiliyor musunuz? Böyle çok oldu! Bu şekilde geliyor. İkincisi, bizi de çağırmıyorlar, kapıdan geçen hurdacıya, kağıtçıya veriyorlar, onlar tekrar getirip bize satıyorlar. Üçüncüsü çöpe atıyorlar, bildiğiniz çöpe atıyorlar, kapıcıya veriyorlar, at diyorlar bunu, kapıcı çöpe atıyor veya tanıdığı gelen hurdacı varsa ona satıyor gene ordan bize geliyor. Veyahutta perakende diyelim ki paraya ihtiyacı oluyor, kütüphanesinin bir bölümünü koyuyor torbalara geitiriyor burda satıyor bize.. bu şekide geliyor kitaplar veyahutta biz ihalelere giriyoruz, ihalelere gidiyoruz alıyoruz, evet.
T; Halil bey, kitapla böyle başladık sonuna geldik, kitabın geleceği var mı, sahafın geleceği var mı?
H; Dünya durdukça, yazı kağıt kalem ortadan kalkmadıkça allahın emri bitmez ve bu kitap işi de bitmez, devam eder, dünya durdukça devam edecektir.
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
Kitap neden bu denli şaşırtıcı etki yapar? Kağıt üzerinde çizgilerden, yuvarlak ya da köşeli simgelerden, adına harf denilen görüntülerin biçemleri mi bu etkiyi veriyor? Yoksa alt alta yazılmış tümceler mi? Her tümce, içinde taşıdığı anlam ile doğuma hazırlanan canlı gibidir. Gök yüzünde elle ulaşılamayan sayısız yıldızın yaydığı ışıkdaki gizem gibi merak uyandırır kitapdaki harfler, okuma bilmeyenler için.
Değerli izleyici,
Okumayı bilmeyen, okuduğunu anlamayan için kitap bir 'muamma' olur. Burdan başlar giz! Anlaşılmayan tümce, açılmayan kapı olur. Kırarak içeri girmek de vardır o kapıyı fakat kırıldığında kapı diye bir şey kalmaz ortada.
Oysa çok kolaydır! Kitap bir nedenle elinize geldiğinde, açılmayı bekler. Sırlar kitabın açık sayfadır. Pek çok kitap yıllarca açılmayı bekler, içe dönük insanlar gibi suskun bekleyen kitaplar vardır. Sabırla okurunu bekleyen kitaplardan talihli olanları eline alan ve onların dilinden anlayan kitap Sayın Halil Bingöl ile söyleşinin sonuna geldik.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 2 Ağustos 2010 Tekin; Halil Bey, peki nasıl bir sır söylenmeyecek şeyler mi?
Halil; Tekin Ağabey, fazla da açıklanacak şeyler değil, meslek sırlarıdır bunun okulu yoktur bunun için 15 yllık bir çıraklık devresi 10 yıllık bir kalfalık devresi olmak üzere 25 yıllık bir süreç içinde bu, olgunlaşmaya başlıyorsunuz. Tabii ki kitabı aşk derecesinde sevmek de var bu ayrı bir şey.
T; Evet bu apayrı bir şey.
H; Aşk! Kağıt kokusunu da ileri geçiyor bu..
T; Aşk... Nasıl?
H; Aşk! Kitap aşkı, ilerki devresi o biraz kötü oluyor, şöyle ki, sen kitaba tamamiyle bağlanıp satamıyorsun o kitabı.
T; Bir de satamıyorsun!
H; Evet o felaket bir durum! Burda bir arkadaşımız öyle, öyle bir durumda, satamıyor hiç bir tanesini, kıyamıyor, bunlar benim yavrularım diyor. Ben bunları satarsam ya hoyrat bir ele geçerse diyor. Ya bunu hırpalarsa diyor, yani onun çocuğu gibi muhafaza ediyor.
T; Siz daha o aşamada değil misiniz?
H; Ben o dönemde değilim! Olmak da istemem yani.
T; Peki kitabı nasıl algılayalım? Kitabı algılamada diyorsunuz ki tutku, aşk var ve bu aşkın kademeleri var...
H; Şimdi siz kitaba ne kadar yaklaşırsanız, ne kadar yapışırsanız onlar birer canlıdır. Her sayfasının bir özelliği var, bir canı var. Ordaki kitabın bakımı yapılmazsa ilerki senelerde üzerinde lekeler oluşur asit lekeleri.
T; Kitap sayfalarında gözle görülür mü, canlı mıdır bu?
H; Evet, canlıdır bu, yürüyor yani. Evet. Çok çok ilerki durumda kırılmaya başlar kağıt. Kırılır resmen kırılır böyle, elinize alırsınız kırt diye kırılır böyle gevrek hale gelir, kitap kendi kendine yanar, alevli değil, için için yanar, asidi onu yakar bitirir. Mahveder! Onun için o kitabı ayda bir, onbeşde bir açarsanız, havalandırırsanız, oksijenle temasa getirirseniz bu yangınını bir nebze olsun söndürürsünüz.
T; Bu kesin gerekiyor mu?
H; Kesin gerekiyor!
T;Yüzlerce kitabınız var, bunu nasıl yapacaksınız?
H;Onu artık, o el alışkanlığı, tek tek onlarla ilgilenmeniz lazım, bakımını yapacaksınız, tozunu alacaksınız, o zaman o kitapalar dile geliyor, ondan sonra onlar sizlen hercümerc oluyor ve sizlen konuşmaya başlıyorlar.
T; Halil Bey kitapların size ulaşması.. bir yerden telefon mu ediyorlar size.. şöyle 'bir kitaplık dolu kitap,' diye..
H; Şimdi çağırırlar, telefon ederler, veyahut da tanıdık eş dost vasıtasıyla, gider bakarız kitaplığa..
T; Nasıl oluyor o insan ölmüşmü oluyor, o kitaplar nasıl..
H; Evet! Kitapların bize gelme konusuna geçiyoruz. Şahsın ölmesiyle bir! Özellikle erkekler kitap tutkunu olur, bayanlar pek kitabı sevmezler, toz tuttuğu için, işte fazla ilgi çektiği için, eşi tarafından ihmal edildiğini zannettiği için kitaba bayağı düşmanımsı bakarlar, eş öldüğü zaman ilk evvel emirde satılacak şey kitaptır ilk.
T; İlk önce kitap mı çıkar evden?
H; Bu hiç değişmez! Hatta gideriz deriz bakarız ederiz işte muhteşem kütüphane, kadın.. çok oldu böyle.. Alın bunları götürün kardeşim, görmeyim,' diye. Ee ne ödeyeceğiz? Para mara yok.. para istemiyor, düşünebiliyor musunuz? Böyle çok oldu! Bu şekilde geliyor. İkincisi, bizi de çağırmıyorlar, kapıdan geçen hurdacıya, kağıtçıya veriyorlar, onlar tekrar getirip bize satıyorlar. Üçüncüsü çöpe atıyorlar, bildiğiniz çöpe atıyorlar, kapıcıya veriyorlar, at diyorlar bunu, kapıcı çöpe atıyor veya tanıdığı gelen hurdacı varsa ona satıyor gene ordan bize geliyor. Veyahutta perakende diyelim ki paraya ihtiyacı oluyor, kütüphanesinin bir bölümünü koyuyor torbalara geitiriyor burda satıyor bize.. bu şekide geliyor kitaplar veyahutta biz ihalelere giriyoruz, ihalelere gidiyoruz alıyoruz, evet.
T; Halil bey, kitapla böyle başladık sonuna geldik, kitabın geleceği var mı, sahafın geleceği var mı?
H; Dünya durdukça, yazı kağıt kalem ortadan kalkmadıkça allahın emri bitmez ve bu kitap işi de bitmez, devam eder, dünya durdukça devam edecektir.
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
27 Temmuz 2010 Salı
Sahaflıkta her kitap herkes için değildir ve ‘Sahaflık okulu yok,’ diyen Sayın Halil Bingöl ile söyleşi, 3. bölüm; On beşinci yazı
Ben diyorum ki, Sahaf, kitabı alan kişiye bakar o kişi kitap insanı mı,’ diye. 'Kitaba dost olan dünyaya dost olur,' ve Sahaflık için ‘misyon’ diyenler var. Soruyorum;‘Ne adına misyon? Kitap adına mı bilgi adına mı?’
Deniliyor ki; ‘Kitapların doğru insanlara ulaştırılması. Kitabı düzgün insanlara vermek, her kitap herkese verilmez.' iyi, güzel de ne oluyor bu blog ile? Sır alınıp burada sır veriliyor bu satırların yazarına göre. Simurg sahibi İbrahim (Yılmaz) Bey'in kulakları çınlasın! ‘Kayserilinin dediği gibi "pastırma herkese satılmaz!"
'Bu sahafık da öyle birşey, yani değerli kitapları doğru düzgün adreslere ulaştırma.. her kitabın bir değeri her kitabın gerçekten bir alıcısı var,’diyen de o. Her kuşun eti nasıl ki yenmezse, işte öyle! Her konu herkese göre değildir! Her anlatının farklı meraklısı olur. Blog konuları da böyledir. Ne oldu? Sahaf/Kitap blog da böyle oldu!
Değerli izleyici,
Kurgu öykü kitabı olduğu halde, büyü müdür nedir, Kars Platosu Öyküleri tuhaf bir şekilde canlanarak karşıma çıkıyor. Biliyorum, 'pastırma herkese satılmaz!' İlgisiz görünse de açıklama için 20 yıl öne gitmeliyim. Tengrici Şaman Oğuz boylarına bağlı ve fakat evrilme sonucu Hıristiyan Gagavuz ve Musevi Karaim olan sosyal gruplar üzerine düşünmeye başlamam 90’lı yılların başına varır.
Bu konuda sosyal bilimciler ve dilbilimcilerle karşılaşmam, konu üzerine düşünmeye başlamam, yazmam (Varlık Derg) 1990-93 yıllarıdır. Şaman Oğuz, Hıristiyan Gagavuz, Musevi Karaim sosyal gruplar neden? Kars Platosu Öyküleri’nin ilk fragmanları Kültür Senatosu’nun konuğu olduğum Berlin (1991) yaşama dönemime rastlar.
Çok dilli olma özelliği, farklı eğilimlerin, inancaların ortak doğrularla, bir arada yaşama ilkesi, Kars Platosu’nu bir coğrafya olarak tarih katları ile karşımıza çıkarıyor.
Sahaf ve kitap blog, sahaflarla söyleşilere açıldı. Bu açılım şaşırtıcı oldu! Kars Platosu Öyküleri’nde izlediğimiz konular bir bir sahne alıyor! Örnek mi dediniz? Bu blogdaki söyleşileri izliyor musunuz? İzliyorsanız, bu blogda bazı bölümleri sunulan ‘Elyazmaları’ nı anımsayın ve sahaf söyleşilerine zaman ayırın. Şimdi Sayın Halil Bingöl ile olan doğaçtan söyleşiyi bıraktığımız yerden sürdürüyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 27 Temmuz 2010
T; Sahaf, çok dilli bir insandır, öyle mi?
H; Evet, dünyada basılı ve yazılı bütün lisanların ne olduğunu bileceksiniz, konuşma lisanı değil, yani, okuyup görme, çözme. Osmanlıca’yı kesinlikle bileceksiniz, Arap harfleriyle Türkçeyi. Eee, Latin harfleriyle Türkçe şimdi konuşulur, bir de Grek harfleriyle Türkçe var.
T;Var mı?
H; Karamanlıca dediğimiz...
T; Karamanlıca! Grek abecesi ile Türkçe mi?
H; Tabii! Karamanlı’da oturan, Rum, Türk-Rum diyelim, Hıristiyan Türkler’in konuştukları, evet, okudukları yazdıkları lisan, Türkçe okuyorlar, Türkçe yazıyorlar, ama Arap harfleriylen değil, Latin harfleriylen de değil...
T; Bir de Ermeni alfabesi ile olanlar var.
H; Var! O da Anadolu Ermenileri, Anadolu Türk’ü.
T; Onlar da Gregoryen ruhanilğine girmiş Türkler...
H; Evet, onu kabul etmiş, ama Ermenice’yi bilmiyor, ama Ermeni harflerini biliyor, o kadar. Ermeni alfabesini Türkçeye çevirmiş.
T; Böyle şeyler bu tür kitaplar geliyor mu?
H; Türkçeden başka dil de bilmiyor...
T; Türkçeden başka dil de bilmiyor, ama o alfabeyi biliyor.
H; Evet! Sahaf iseniz bunları bileceksiniz!
T; Tamam! Bunları da bileceksiniz! Böyle kaç dil var Anadolu’da örneğin; Süryani abecesi ile Tükçe, Ermeni abecesi ile Türkçe, Ermeni abecesi ile Oğuzca, Latin abecesi ile yine Oğuzca, İbrani abecesi ile Türkçe…
H; Süryani alfabesiyle Tükçe var...
T; Var mı?
H; Var! İbrani alfabesiyle Türkçe var. Tarih Toplum’un ilk sayılarında, seri halinde makaleler olarak yayınlandı.
T; Tarih ve Toplum, sizde var mı o sayılar?
H; Şu anda bendekiler, yukarıda birkaç sayısı olabilir ama şu anda bulamam yani. Ama Tarih Toplum’un ilk sayılarından itibaren bu seri olarak yayınlandı artı bir de çok enteresandır, Ermeni harfleriyle Kürtçe yazanlar var Anadolu’da. 1865 yılında Kayaoğlu matbaasında basılmış bir tane İncil elimize geçti. Ve sattık, ama birinci sayfasının kopisini aldık, sattığımız kişiden müsaade alarak.
T; Yani Türkçe ya da Oğuz Türkçesiyle fakat Ermeni alfabesiyle inciller de var mı?
H; Var onlar çok bulunur onlar birşey değil. Özellikle İstanbul’da basılmıştır, genellikle.
T; Onu nasıl anlayacağız, Oğuz Türkçesi olduğunu?
H; Ermeni harflerini bilmeniz lazım.
T; Evet! Ermeni harflerini bilmemiz lazım!
H; Alfabenin abecesini bileceksiniz, Grek alfabesinin abecesini bileceksiniz, Bunlar basittir ama İbrani alfabesi zor. O biraz zor, ona ben epey uğraştım, hala tam biliyorum diyemiyorum.
T; O zaman İbrani alfabesiyle Türkçe...
H; Türkçe var, şeydeki.. Kırım’daki,
T; Tevrat da var mı?
H; Tabii var, şeyde, Kırım’daki...
T; Hazara kökenliler mi onlar?
H; Evet! Şey, Karatay’lar. Tabii tabii varlar şu anda... Karataylar şu anda okuyup yazıyorlar, Türklüğünden vazgeçmiyor, efendim bakın burda çok önemli bir şey var.
T; Türklüğünden vaz geçmiyor fakar İbranice...
H; Ben Türküm diyor, benim okuduğum lisan Türkçe diyor, ben Türkçeyi bilirim Türkçe ama Karadeniz ağzınlan konuşuyor, Tatar ağzınlan konuşuyor, Anadolu ağzınlan konuşuyor, İstanbul ağzınlan konuşuyor, onlar önemli değil, ısrarlan ben diyor Türküm, Türkçeden başka bir dil bilmiyorum, haa ne biliyorum, ben hangi harfleri biliyorum, haa ben Ermeni alfabesini biliyorum, Ermeni harfleriyle okuyup yazıyor Türkçeyi. Niye, ben Ortodoks’um diyor, Grek alfabesini biliyor, Grek alfabesiyle okuyup yazıyor, ben diyor müslümanım diyor, Arap harfleriyle okuyup yazıyor, ben diyor işte harf devriminden sonra Latin harfleriyle okuyup yazacağım diyor, Latin harfleriyle Türkçe yazıyor.' (SÜRECEK)
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
Deniliyor ki; ‘Kitapların doğru insanlara ulaştırılması. Kitabı düzgün insanlara vermek, her kitap herkese verilmez.' iyi, güzel de ne oluyor bu blog ile? Sır alınıp burada sır veriliyor bu satırların yazarına göre. Simurg sahibi İbrahim (Yılmaz) Bey'in kulakları çınlasın! ‘Kayserilinin dediği gibi "pastırma herkese satılmaz!"
'Bu sahafık da öyle birşey, yani değerli kitapları doğru düzgün adreslere ulaştırma.. her kitabın bir değeri her kitabın gerçekten bir alıcısı var,’diyen de o. Her kuşun eti nasıl ki yenmezse, işte öyle! Her konu herkese göre değildir! Her anlatının farklı meraklısı olur. Blog konuları da böyledir. Ne oldu? Sahaf/Kitap blog da böyle oldu!
Değerli izleyici,
Kurgu öykü kitabı olduğu halde, büyü müdür nedir, Kars Platosu Öyküleri tuhaf bir şekilde canlanarak karşıma çıkıyor. Biliyorum, 'pastırma herkese satılmaz!' İlgisiz görünse de açıklama için 20 yıl öne gitmeliyim. Tengrici Şaman Oğuz boylarına bağlı ve fakat evrilme sonucu Hıristiyan Gagavuz ve Musevi Karaim olan sosyal gruplar üzerine düşünmeye başlamam 90’lı yılların başına varır.
Bu konuda sosyal bilimciler ve dilbilimcilerle karşılaşmam, konu üzerine düşünmeye başlamam, yazmam (Varlık Derg) 1990-93 yıllarıdır. Şaman Oğuz, Hıristiyan Gagavuz, Musevi Karaim sosyal gruplar neden? Kars Platosu Öyküleri’nin ilk fragmanları Kültür Senatosu’nun konuğu olduğum Berlin (1991) yaşama dönemime rastlar.
Çok dilli olma özelliği, farklı eğilimlerin, inancaların ortak doğrularla, bir arada yaşama ilkesi, Kars Platosu’nu bir coğrafya olarak tarih katları ile karşımıza çıkarıyor.
Sahaf ve kitap blog, sahaflarla söyleşilere açıldı. Bu açılım şaşırtıcı oldu! Kars Platosu Öyküleri’nde izlediğimiz konular bir bir sahne alıyor! Örnek mi dediniz? Bu blogdaki söyleşileri izliyor musunuz? İzliyorsanız, bu blogda bazı bölümleri sunulan ‘Elyazmaları’ nı anımsayın ve sahaf söyleşilerine zaman ayırın. Şimdi Sayın Halil Bingöl ile olan doğaçtan söyleşiyi bıraktığımız yerden sürdürüyoruz.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 27 Temmuz 2010
T; Sahaf, çok dilli bir insandır, öyle mi?
H; Evet, dünyada basılı ve yazılı bütün lisanların ne olduğunu bileceksiniz, konuşma lisanı değil, yani, okuyup görme, çözme. Osmanlıca’yı kesinlikle bileceksiniz, Arap harfleriyle Türkçeyi. Eee, Latin harfleriyle Türkçe şimdi konuşulur, bir de Grek harfleriyle Türkçe var.
T;Var mı?
H; Karamanlıca dediğimiz...
T; Karamanlıca! Grek abecesi ile Türkçe mi?
H; Tabii! Karamanlı’da oturan, Rum, Türk-Rum diyelim, Hıristiyan Türkler’in konuştukları, evet, okudukları yazdıkları lisan, Türkçe okuyorlar, Türkçe yazıyorlar, ama Arap harfleriylen değil, Latin harfleriylen de değil...
T; Bir de Ermeni alfabesi ile olanlar var.
H; Var! O da Anadolu Ermenileri, Anadolu Türk’ü.
T; Onlar da Gregoryen ruhanilğine girmiş Türkler...
H; Evet, onu kabul etmiş, ama Ermenice’yi bilmiyor, ama Ermeni harflerini biliyor, o kadar. Ermeni alfabesini Türkçeye çevirmiş.
T; Böyle şeyler bu tür kitaplar geliyor mu?
H; Türkçeden başka dil de bilmiyor...
T; Türkçeden başka dil de bilmiyor, ama o alfabeyi biliyor.
H; Evet! Sahaf iseniz bunları bileceksiniz!
T; Tamam! Bunları da bileceksiniz! Böyle kaç dil var Anadolu’da örneğin; Süryani abecesi ile Tükçe, Ermeni abecesi ile Türkçe, Ermeni abecesi ile Oğuzca, Latin abecesi ile yine Oğuzca, İbrani abecesi ile Türkçe…
H; Süryani alfabesiyle Tükçe var...
T; Var mı?
H; Var! İbrani alfabesiyle Türkçe var. Tarih Toplum’un ilk sayılarında, seri halinde makaleler olarak yayınlandı.
T; Tarih ve Toplum, sizde var mı o sayılar?
H; Şu anda bendekiler, yukarıda birkaç sayısı olabilir ama şu anda bulamam yani. Ama Tarih Toplum’un ilk sayılarından itibaren bu seri olarak yayınlandı artı bir de çok enteresandır, Ermeni harfleriyle Kürtçe yazanlar var Anadolu’da. 1865 yılında Kayaoğlu matbaasında basılmış bir tane İncil elimize geçti. Ve sattık, ama birinci sayfasının kopisini aldık, sattığımız kişiden müsaade alarak.
T; Yani Türkçe ya da Oğuz Türkçesiyle fakat Ermeni alfabesiyle inciller de var mı?
H; Var onlar çok bulunur onlar birşey değil. Özellikle İstanbul’da basılmıştır, genellikle.
T; Onu nasıl anlayacağız, Oğuz Türkçesi olduğunu?
H; Ermeni harflerini bilmeniz lazım.
T; Evet! Ermeni harflerini bilmemiz lazım!
H; Alfabenin abecesini bileceksiniz, Grek alfabesinin abecesini bileceksiniz, Bunlar basittir ama İbrani alfabesi zor. O biraz zor, ona ben epey uğraştım, hala tam biliyorum diyemiyorum.
T; O zaman İbrani alfabesiyle Türkçe...
H; Türkçe var, şeydeki.. Kırım’daki,
T; Tevrat da var mı?
H; Tabii var, şeyde, Kırım’daki...
T; Hazara kökenliler mi onlar?
H; Evet! Şey, Karatay’lar. Tabii tabii varlar şu anda... Karataylar şu anda okuyup yazıyorlar, Türklüğünden vazgeçmiyor, efendim bakın burda çok önemli bir şey var.
T; Türklüğünden vaz geçmiyor fakar İbranice...
H; Ben Türküm diyor, benim okuduğum lisan Türkçe diyor, ben Türkçeyi bilirim Türkçe ama Karadeniz ağzınlan konuşuyor, Tatar ağzınlan konuşuyor, Anadolu ağzınlan konuşuyor, İstanbul ağzınlan konuşuyor, onlar önemli değil, ısrarlan ben diyor Türküm, Türkçeden başka bir dil bilmiyorum, haa ne biliyorum, ben hangi harfleri biliyorum, haa ben Ermeni alfabesini biliyorum, Ermeni harfleriyle okuyup yazıyor Türkçeyi. Niye, ben Ortodoks’um diyor, Grek alfabesini biliyor, Grek alfabesiyle okuyup yazıyor, ben diyor müslümanım diyor, Arap harfleriyle okuyup yazıyor, ben diyor işte harf devriminden sonra Latin harfleriyle okuyup yazacağım diyor, Latin harfleriyle Türkçe yazıyor.' (SÜRECEK)
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Orhan Veli, Kemal Tahir, Orhan Kemal kitapları nasıl imzalar ve Sayın Halil Bingöl ile söyleşi, 2. bölüm; On dördüncü yazı
Karşımızda, 1947 Eyüp doğumlu Halil Bingöl. Galatasaray Aslıhan pasajı ikinci katta, dükkanın önünde Bülent Ecevit afişi durur. Hemen kapı yanlarında tanıdığınız başka fotoğraflar. İçeri girince yine tanıdık yüzler görünür. Onlarla yaşar, soluk alıp verir Halil Bey.
Çokluk kapının önünde oturur Halil Bey. Pasaj aralığına girince, kapının önüne attığı iskemle ve masa gözünüze çarpar. Masa üstü kutular içinde fotoğraflar bulunur. Halil Bey ceket yerine, içi miflonlu bir yelek giyer çoklukla. Kitaplar arasında yaşamını sürdürmekle mutlu olan seçkin insanlardandır. Kitap onun geçim yolu, geçim kaynağı değildir, izlenimi verir.
Fakat alıcısı gelen kitabı esirgemez, üçe beşe bakmaz verir. Kitabı alan kişiye bakar, o kişi kitap insanı mı, diye.
Kitap insanı, da olur mu, diye sormayın! Kitap insanı okur, ona göre. Üç aşağı beş yukarı para bundan sonra gelir. Aşağıdaki bölümde dönen kitaplardan söz ettik. Soru, yanıt tarzında değil de sözü bir yerinden çekip gittik.
Aşağıdaki doğaçtan söyleşi, karşılıklı doğaçtan diyalog kulvarında akıp giden sözcükleridir. Çoğu kısa, kimileyin tek sözcükle imlenen diyaloglar... Bu biraz da Halil Bey'dir...
Sevgi, İçtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 26 Temmuz 2010 T;Öyle dönen 'geriye dönen kitaplar' olur mu Halil Bey?
H;Var tabii.
T;Adını hatırlıyor musunuz bazı kitapların?
H;Bir tanesi; Ahmet Bedevi Kuran’ın 'İnkilap Tarihimiz ve Jön Türkler,' diye bir kitabı vardı.
T;Bu kitap geriye mi döndü?
H;O kitap, onu iyi hatırlıyorum.
T;Yıllar sonra...
H;Yıllar sonra döndü. Ondan sonra bir kere de bir kitap döndü o da çok enteresan. İçine yazmış, alan kişi “1942 yılında ben bu kitabı sahaflar çarşısından aldım,” demiş. Gene bize geldi o, yıllar sonra, biz de oraya bir not koyduk. “Bu kitap 1942 yılında bu çarşıdan çıkmıştır, şimdi buraya bir not düşüyoruz, tekrar bu çarşıya gelmiştir, bundan sonra tekrar ne zaman geleceği meçhuldür,” diye bir yazı yazdık.
T;Yazdınız!
H;Ve satıldı, gitti. Ne zaman nerde çıkacak belli değil.
T;Buralarda mı satıldı?
H;Hayır Beyazıy’ta, burda olmadı.
T;Yaşayan yazarların kitapları mı daha çok aranıyor sizde?
H;Bizim sattığımız kitapların yazarları genelde yaşamayanlar. Bizde en çok, bende çok iz bırakan, Kemal Tahir ile Orhan Veli’dir. Orhan Veli’nin imzalı kitapları birer ağlama ve hüsran ve çok değişik hisler verir. O imzalar kitabı, çok nadir çıkar imzası, muhakkak altına bir dörtlük indirir. Muhakkak ama, genelde hep öyledir. Veyahutta öyle sözler koyar ki oraya, öyle sözler yazar ki insanı hüzünlendirir. Kemal Tahir sadece kuru bir saygılarımla diye geçer, genelde yıl tarihini atar; tarih, gün tarihini vermez.
T; Kemal Tahir, gün tarihini vermez mi?
H;Hayır! Ama Orhan Veli ve Orhan Kemal çok açık seçik net yazarlar. Ondan sonra çok değişik şeyler oluyor tabii. Kimisi, mesela bir Halit Ziya Uşaklıgil’in zannediyorum kitabını sattık, Profesör Doktor Haluk Oral’a, o imzalı kitap toplar. Bir tanesini de Osman diye imzalamış, birisine ithaflı göndermiş, kitabı her ne suretle bir sahafta bulmuş tekrardan, çok kısa bir süre sonra.
T;Kendi imzaladığı kitabı sahafta buluyor Haluk Oral!
H;Evet! Altına tekrar not düşmüş; "Ben bu kitabı imzaladım ama bu kitabı taşıyacak nitelikte bir insan değilmiş," mealinde, ikinci bir önsöz ve imza yazmış, tekrardan satılmış kitap. Bu şeydedir.. bu kitap, ben biraz detayını kaldırayım dedim, Tarih ve Toplum Dergisi zannedersem bu konuda bir yazı da yayınladı. Prof Dr Haluk Oral, Boğaziçi Üniversitesinde Matematik profesörüdür. O kitap onda, o kitabı ona biz sattık, çok enteresan da bir öyküsü var o kitabın, o öyküyü de zannedersem yayınladı. Bir de bu kitapların bir öyküsü daha var yani, gezme öyküsü var.
T;Bunu da anlatalım biraz Halil Bey.
H;Evet, şöyle ki, bir tarihte gene turistlerden Katmandu’yla ilgili, Katmandu’yu anlatan İngilizce bir kitap aldık, ikici el. Kitabın içini açtık, kitap Katmandu’da bir kitap satıcısının oteldeki kitap satıcısının damgasını taşıyor, Katmandu’dan kalkmış bize gelmiş.
T;İngilizce bir kitap, Katmandu’dan!
H;Evet! İngilizce, Katmandu’yu anlatıyor, altında bir kaşe! Bizim de ufak kaşemiz var, hani kitaplıklarda bastığımız kaşe, bazı kitaplara basılır, ufacık, ufacık bir şey vardır. Kaşeyi koyduk vitrine koyduk kitabı, o gün satıldı, Katmandu’dan İstanbul’a geldi, İstanbul’dan artık nereye gitti bilmiyorum.
T;Kitapaların bir de böyle özel yaşam öyküleri var demek.
H;Evet, bir de Fransızca bir kitap, zannedersem kozmetikle ilgil bir kitaptı, Fransızca bir kitap, kitap Tunus’ta basılmış Tunuslu bir kitapçının elinden geçmiş, 1933 baskısı, Tunus’tan İskenderiye’ye gitmiş, İskenderiye’de kitapçının damgası var, oradan Rusya’ya geçmiş, Rusya’daki bir kitapçının damgasını yemiş, ordan bize geldi. Biz de hemen ona güzel, ufak bir damga vurduk sattık. Fransızca bir kitap. Onun için o kitabı hiç unutamıyorum.
T; Bize üç tane sahaf adı verir misiniz, bugün yaşayan, sonra da sahaflığı bize anlatın, sahaflık nedir?
H; Şu anda Turkuaz Kitabevi var, burda Emir Nevruz Sokak’ta, İstiklal Caddesinde. Nedret bey ve o rtağıgerçek sahaflardandır herşey var onlarda.
T; Sahaflık nedir Halil Bey?
H; Sahaflık, şöyle diyelim, sahaflık kitabın eski kitabın alimi demek, bu ne demek, açalım, eski bir kitabı eline aldığı zaman bu kitabın kaç yılında basıldığını görecektir. Genelde bizim yabancı kitaplar 1600’lü yıllar, 1500’lü yıllar hepsi romen rakamıyla, ilkokul dördüncü sınıfta bunu öğretirler.
T;Hangi yıllar dediniz?
H;1600’lü yıllar. 1500’lü yıllar...
T;Latince yani, Latin harfleri..
H;Latince, Grekçe, Almaca, Fransızca, genelde bu kitapların hepsinin doğum tarihleri romen rakamıyladır. En basitinden romen rakamlarını bileceksiniz. Mesela mcdd bilmem ne falan filan, bunu okuyacaksınız ki bu kitabın doğum tarihini bileceksiniz çok önemli. Bunu takiben, o kitabın Latince mi, Rumca mı, Ermenice mi, Gürcüce mi, Rusça mı, Bulgarca mı olduğunu tayin edeceksiniz, artı bu kitabın neden bahsettiğini tayin edeceksiniz. İçindekilerin ne olduğunu bilmeniz lazım. Onu müşteriye satarken, içinde böyle böyle şeyler olduğunu, bu bilgileri kapsadığını, bunun sizin araştırma konunuza dahil olduğunu, bu kitaptan faydalanmanız gerektiğini, veyahutta en azından bu kitabı görüp kaynaklarınıza eklemenizi diye bizim onu yönlendirmemiz lazım. (SÜRECEK)
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
Çokluk kapının önünde oturur Halil Bey. Pasaj aralığına girince, kapının önüne attığı iskemle ve masa gözünüze çarpar. Masa üstü kutular içinde fotoğraflar bulunur. Halil Bey ceket yerine, içi miflonlu bir yelek giyer çoklukla. Kitaplar arasında yaşamını sürdürmekle mutlu olan seçkin insanlardandır. Kitap onun geçim yolu, geçim kaynağı değildir, izlenimi verir.
Fakat alıcısı gelen kitabı esirgemez, üçe beşe bakmaz verir. Kitabı alan kişiye bakar, o kişi kitap insanı mı, diye.
Kitap insanı, da olur mu, diye sormayın! Kitap insanı okur, ona göre. Üç aşağı beş yukarı para bundan sonra gelir. Aşağıdaki bölümde dönen kitaplardan söz ettik. Soru, yanıt tarzında değil de sözü bir yerinden çekip gittik.
Aşağıdaki doğaçtan söyleşi, karşılıklı doğaçtan diyalog kulvarında akıp giden sözcükleridir. Çoğu kısa, kimileyin tek sözcükle imlenen diyaloglar... Bu biraz da Halil Bey'dir...
Sevgi, İçtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm 26 Temmuz 2010 T;Öyle dönen 'geriye dönen kitaplar' olur mu Halil Bey?
H;Var tabii.
T;Adını hatırlıyor musunuz bazı kitapların?
H;Bir tanesi; Ahmet Bedevi Kuran’ın 'İnkilap Tarihimiz ve Jön Türkler,' diye bir kitabı vardı.
T;Bu kitap geriye mi döndü?
H;O kitap, onu iyi hatırlıyorum.
T;Yıllar sonra...
H;Yıllar sonra döndü. Ondan sonra bir kere de bir kitap döndü o da çok enteresan. İçine yazmış, alan kişi “1942 yılında ben bu kitabı sahaflar çarşısından aldım,” demiş. Gene bize geldi o, yıllar sonra, biz de oraya bir not koyduk. “Bu kitap 1942 yılında bu çarşıdan çıkmıştır, şimdi buraya bir not düşüyoruz, tekrar bu çarşıya gelmiştir, bundan sonra tekrar ne zaman geleceği meçhuldür,” diye bir yazı yazdık.
T;Yazdınız!
H;Ve satıldı, gitti. Ne zaman nerde çıkacak belli değil.
T;Buralarda mı satıldı?
H;Hayır Beyazıy’ta, burda olmadı.
T;Yaşayan yazarların kitapları mı daha çok aranıyor sizde?
H;Bizim sattığımız kitapların yazarları genelde yaşamayanlar. Bizde en çok, bende çok iz bırakan, Kemal Tahir ile Orhan Veli’dir. Orhan Veli’nin imzalı kitapları birer ağlama ve hüsran ve çok değişik hisler verir. O imzalar kitabı, çok nadir çıkar imzası, muhakkak altına bir dörtlük indirir. Muhakkak ama, genelde hep öyledir. Veyahutta öyle sözler koyar ki oraya, öyle sözler yazar ki insanı hüzünlendirir. Kemal Tahir sadece kuru bir saygılarımla diye geçer, genelde yıl tarihini atar; tarih, gün tarihini vermez.
T; Kemal Tahir, gün tarihini vermez mi?
H;Hayır! Ama Orhan Veli ve Orhan Kemal çok açık seçik net yazarlar. Ondan sonra çok değişik şeyler oluyor tabii. Kimisi, mesela bir Halit Ziya Uşaklıgil’in zannediyorum kitabını sattık, Profesör Doktor Haluk Oral’a, o imzalı kitap toplar. Bir tanesini de Osman diye imzalamış, birisine ithaflı göndermiş, kitabı her ne suretle bir sahafta bulmuş tekrardan, çok kısa bir süre sonra.
T;Kendi imzaladığı kitabı sahafta buluyor Haluk Oral!
H;Evet! Altına tekrar not düşmüş; "Ben bu kitabı imzaladım ama bu kitabı taşıyacak nitelikte bir insan değilmiş," mealinde, ikinci bir önsöz ve imza yazmış, tekrardan satılmış kitap. Bu şeydedir.. bu kitap, ben biraz detayını kaldırayım dedim, Tarih ve Toplum Dergisi zannedersem bu konuda bir yazı da yayınladı. Prof Dr Haluk Oral, Boğaziçi Üniversitesinde Matematik profesörüdür. O kitap onda, o kitabı ona biz sattık, çok enteresan da bir öyküsü var o kitabın, o öyküyü de zannedersem yayınladı. Bir de bu kitapların bir öyküsü daha var yani, gezme öyküsü var.
T;Bunu da anlatalım biraz Halil Bey.
H;Evet, şöyle ki, bir tarihte gene turistlerden Katmandu’yla ilgili, Katmandu’yu anlatan İngilizce bir kitap aldık, ikici el. Kitabın içini açtık, kitap Katmandu’da bir kitap satıcısının oteldeki kitap satıcısının damgasını taşıyor, Katmandu’dan kalkmış bize gelmiş.
T;İngilizce bir kitap, Katmandu’dan!
H;Evet! İngilizce, Katmandu’yu anlatıyor, altında bir kaşe! Bizim de ufak kaşemiz var, hani kitaplıklarda bastığımız kaşe, bazı kitaplara basılır, ufacık, ufacık bir şey vardır. Kaşeyi koyduk vitrine koyduk kitabı, o gün satıldı, Katmandu’dan İstanbul’a geldi, İstanbul’dan artık nereye gitti bilmiyorum.
T;Kitapaların bir de böyle özel yaşam öyküleri var demek.
H;Evet, bir de Fransızca bir kitap, zannedersem kozmetikle ilgil bir kitaptı, Fransızca bir kitap, kitap Tunus’ta basılmış Tunuslu bir kitapçının elinden geçmiş, 1933 baskısı, Tunus’tan İskenderiye’ye gitmiş, İskenderiye’de kitapçının damgası var, oradan Rusya’ya geçmiş, Rusya’daki bir kitapçının damgasını yemiş, ordan bize geldi. Biz de hemen ona güzel, ufak bir damga vurduk sattık. Fransızca bir kitap. Onun için o kitabı hiç unutamıyorum.
T; Bize üç tane sahaf adı verir misiniz, bugün yaşayan, sonra da sahaflığı bize anlatın, sahaflık nedir?
H; Şu anda Turkuaz Kitabevi var, burda Emir Nevruz Sokak’ta, İstiklal Caddesinde. Nedret bey ve o rtağıgerçek sahaflardandır herşey var onlarda.
T; Sahaflık nedir Halil Bey?
H; Sahaflık, şöyle diyelim, sahaflık kitabın eski kitabın alimi demek, bu ne demek, açalım, eski bir kitabı eline aldığı zaman bu kitabın kaç yılında basıldığını görecektir. Genelde bizim yabancı kitaplar 1600’lü yıllar, 1500’lü yıllar hepsi romen rakamıyla, ilkokul dördüncü sınıfta bunu öğretirler.
T;Hangi yıllar dediniz?
H;1600’lü yıllar. 1500’lü yıllar...
T;Latince yani, Latin harfleri..
H;Latince, Grekçe, Almaca, Fransızca, genelde bu kitapların hepsinin doğum tarihleri romen rakamıyladır. En basitinden romen rakamlarını bileceksiniz. Mesela mcdd bilmem ne falan filan, bunu okuyacaksınız ki bu kitabın doğum tarihini bileceksiniz çok önemli. Bunu takiben, o kitabın Latince mi, Rumca mı, Ermenice mi, Gürcüce mi, Rusça mı, Bulgarca mı olduğunu tayin edeceksiniz, artı bu kitabın neden bahsettiğini tayin edeceksiniz. İçindekilerin ne olduğunu bilmeniz lazım. Onu müşteriye satarken, içinde böyle böyle şeyler olduğunu, bu bilgileri kapsadığını, bunun sizin araştırma konunuza dahil olduğunu, bu kitaptan faydalanmanız gerektiğini, veyahutta en azından bu kitabı görüp kaynaklarınıza eklemenizi diye bizim onu yönlendirmemiz lazım. (SÜRECEK)
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
2 Mayıs 2010 Pazar
Sahaflık, Kitap kokusu, kağıt kokusu Tommiks Teksas takas ederek başlayan bir öykü, Sayın Halil Bingöl ile söyleşi; On üçüncü yazı
Kitap okuma yasakları ile ünlü korku çağı yıllarında, kitap kokusu ile çıldırma 'vakaları' görüldüğü söylenir. Buna 'delilik' diyenler vardır.
Kitap insan arasında süren mistik ilşikidir bu. Kitap kokusu aslında şöyle ki kağıt mürekkep kokusudur. Bu bir anlamda insanın kendine dönme yolunu arayışı sırasında o yola bir eşikten atlama aşamasında olur. Çoğu kişi o eşikten atlama sırasında düşer ve orada kalır. Kitap kokusu sarmıştır beynini. Çok az kişi oradan çıkıp yazma eylemine başlar.
Değerli İzleyici,
Bir de insan kokusu alamayan kitapların ('Elyazmaları' adlı öyküde olduğu gibi*) göçmen kuşlar gibi farklı iklimlerde kitap koloniler kurarak insanlardan uzaklaştıkları söylenir.
İklimler, insanlar, kitaplar bağıntısı tartışılan bir başka konudur. Şimdi Tommiks Teksas takası ile başlayan bir öykü, Sayın Halil Bingöl ile olan söyleşiyi izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez 2 Mayıs 2010SORU; Sayın Halil Bingöl, ‘Tommiks Teksas takas ederek başladık,’ dediniz. Başladığınız yerde duramadınız mı?
YANIT; Başladıktan sonra durmak mümkün değildir.Daha sonra lise bittikten sonra üniversite yıllarında seyyar tezgahlar açmaya başladık Beyazıt meydanında Cumartesi Pazar günleri, genellikle Pazar günleri müsaade ediyordu belediye. Eski, Fransızca okul kitapları, ders kitapları alıp satmakla başladım, daha sonra güncel romaları ve eski okunmuş kitapları alıp satmaya başladım. Bu 66 yılından bu tarafa doğru, bu günlere geldi.
SORU;’ Bu günlere geldi,’ derken ‘Eyüp’de Şafak sineması,’ önünden mi buraya, bu Aslı Han sahasına çıktınız?
YANIT; Galatasaray Aslıhan pasajı sahasından önce 75-76’lı yıllarda Beyazıt sahasına çıktık oradan, 83 yılında sahaflar çarşısının içerisine girdik, bir dükkan boşaldı, orayı kiraen tuttuk, 94 yılına kadar orada Hacı Muzaffer Ozak’ın başkanlığındaki çarşının onun ustalığı, onun şemsiyesi altında çok önemli bilgiler öğrendik bu meslekle ilgili ve 85 yılında rahmete kavuşmasından sonra çarşının dengesi zaten bozuldu. Muzaffer Ozak, o bizim meslek pirimizdi.
SORU; 66, Eyüp’de Şafak sineması önü, ilk küme burası. Anlaşılan gol peşinde koşuyorsunuz. 83, Beyazıt sahası, 94 sahaflar çarşısı içerisi...Halil Bey küme yükseliyor.. Bir de ‘meslek pirimizdi’ dediğiniz bir orkestra şefi, milli takım baş antrönürü gibi, Muzaffer Ozak Bey. Saha değişiyor, birinci lige çıktınız, çimen sahaya çıktınız fakat kitap..kitap yok! Peki kitapla nasıl bir bağ alış verişi oldu? Kaç yaşında kitabın kokusu çarptı sizi, evde var mıydı o kitaplar?
YANIT; Evet vardı babadan.. Osmanlıca kitaplar babamdan kalma kitaplarım vardı. Bir ara (maliye muhasebe bölümü mezunuyum) serbest mali müşavirlik yaptım ama bu eski kitap tutkusu beni tekrardan bu işe döndürdü.
SORU;Kitap tutkusu, kokusu babadan kalma kitaplarla mı?
YANIT;Evet, bu böyle değişik bir çikolata kokusu vardır eski kitabın, her eski kitapta olmaz o. Olmuyor, o 30’lu yılların 40’lı yılların kağıdının özel bir karışımı mı diyelim, asitten çıkan bir koku mu diyelim amanla çikolata kokusu gelmeye başlıyor. Vanilyayla karışık böyle çikolatalı bir koku, sayfaları karıştırırsanız zaten o kokuyu alıyorsunuz bu koku beni çok etkiledi. O kokuyu duymak için o kitapların arasından çıkmamaya başladım. Evet. O kokunun arkasından koştum, kitabın sihirli bir kokusu vardır. O koku beni bu kitapların içine sardı sarmaladı ve...
SORU; Şimdi burası çimen saha, birinci lig! Galatasaray Aslıhan pasajı sahası! Kaç yılında geldiniz buraya?
YANIT; Ben buraya 94 yılında geldim. Beyazıttaki durum, ayarı bozuldu. Evet, üstadımızı kaybettik, oranın ayarı bozuldu. Kutup kaybolunca, kutup dediğim yani baş, merkez kutup kaybolunca dengeler bozuldu. O dengeydi.
SORU; Siz ona gelinceye kadar, pir'e gelinceye kadar kitap kokusuyla gidiyordunuz, ona gelince ne oldu koku?
YANIT; Ona gelince iş değişti, koku devam etti, bilgi seviyemiz yükseldi esnaflığın sırlarını bize açtı.
SORU;Sahaflık nedir,tanımlar mısınız, doktorluk gibi mi bu?
YANIT; Şimdi sahaflık efendim, kağıdı bilen, kağıda elini sürdüğü zaman o kağıdın hangi yılda imal edildiğini anlayacak kadar... Evet, kağıdın doktoru, yazının doktoru, kitabın doktoru, cildin doktoru, o cildin hangi yılda yapıldığını malzemesinden baktı mı anlayacak. Sahaf bu! Kitabın alimi. O kadar, bitti...
SORU; Kaç tane böyle alim var şu anda Türkiye’de? Bir isim verdiniz biraz önce Muzaffer bey, o ailim miydi?
YANIT; Şimdi şu anda kaç tane alim var, diyelim iki elin parmağını geçmeyecek. O alimdi. Onun da bir alimi vardı.
SORU; O bir okuldan mı geliyordu yoksa mektepsiz miydi?
YANIT; Bunlar hep mektepsizdir. Okulu yok zaten. Mektebi yok ki bunun.. görerek, biz de burda görmek. Bizim alıp satmak derdimiz değil, görmek.. ‘alamadığıma değil diyor, göremediğime yanarım,’ derdi bizim üstadımız.
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
*Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.
Kitap insan arasında süren mistik ilşikidir bu. Kitap kokusu aslında şöyle ki kağıt mürekkep kokusudur. Bu bir anlamda insanın kendine dönme yolunu arayışı sırasında o yola bir eşikten atlama aşamasında olur. Çoğu kişi o eşikten atlama sırasında düşer ve orada kalır. Kitap kokusu sarmıştır beynini. Çok az kişi oradan çıkıp yazma eylemine başlar.
Değerli İzleyici,
Bir de insan kokusu alamayan kitapların ('Elyazmaları' adlı öyküde olduğu gibi*) göçmen kuşlar gibi farklı iklimlerde kitap koloniler kurarak insanlardan uzaklaştıkları söylenir.
İklimler, insanlar, kitaplar bağıntısı tartışılan bir başka konudur. Şimdi Tommiks Teksas takası ile başlayan bir öykü, Sayın Halil Bingöl ile olan söyleşiyi izleyelim.
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez 2 Mayıs 2010SORU; Sayın Halil Bingöl, ‘Tommiks Teksas takas ederek başladık,’ dediniz. Başladığınız yerde duramadınız mı?
YANIT; Başladıktan sonra durmak mümkün değildir.Daha sonra lise bittikten sonra üniversite yıllarında seyyar tezgahlar açmaya başladık Beyazıt meydanında Cumartesi Pazar günleri, genellikle Pazar günleri müsaade ediyordu belediye. Eski, Fransızca okul kitapları, ders kitapları alıp satmakla başladım, daha sonra güncel romaları ve eski okunmuş kitapları alıp satmaya başladım. Bu 66 yılından bu tarafa doğru, bu günlere geldi.
SORU;’ Bu günlere geldi,’ derken ‘Eyüp’de Şafak sineması,’ önünden mi buraya, bu Aslı Han sahasına çıktınız?
YANIT; Galatasaray Aslıhan pasajı sahasından önce 75-76’lı yıllarda Beyazıt sahasına çıktık oradan, 83 yılında sahaflar çarşısının içerisine girdik, bir dükkan boşaldı, orayı kiraen tuttuk, 94 yılına kadar orada Hacı Muzaffer Ozak’ın başkanlığındaki çarşının onun ustalığı, onun şemsiyesi altında çok önemli bilgiler öğrendik bu meslekle ilgili ve 85 yılında rahmete kavuşmasından sonra çarşının dengesi zaten bozuldu. Muzaffer Ozak, o bizim meslek pirimizdi.
SORU; 66, Eyüp’de Şafak sineması önü, ilk küme burası. Anlaşılan gol peşinde koşuyorsunuz. 83, Beyazıt sahası, 94 sahaflar çarşısı içerisi...Halil Bey küme yükseliyor.. Bir de ‘meslek pirimizdi’ dediğiniz bir orkestra şefi, milli takım baş antrönürü gibi, Muzaffer Ozak Bey. Saha değişiyor, birinci lige çıktınız, çimen sahaya çıktınız fakat kitap..kitap yok! Peki kitapla nasıl bir bağ alış verişi oldu? Kaç yaşında kitabın kokusu çarptı sizi, evde var mıydı o kitaplar?
YANIT; Evet vardı babadan.. Osmanlıca kitaplar babamdan kalma kitaplarım vardı. Bir ara (maliye muhasebe bölümü mezunuyum) serbest mali müşavirlik yaptım ama bu eski kitap tutkusu beni tekrardan bu işe döndürdü.
SORU;Kitap tutkusu, kokusu babadan kalma kitaplarla mı?
YANIT;Evet, bu böyle değişik bir çikolata kokusu vardır eski kitabın, her eski kitapta olmaz o. Olmuyor, o 30’lu yılların 40’lı yılların kağıdının özel bir karışımı mı diyelim, asitten çıkan bir koku mu diyelim amanla çikolata kokusu gelmeye başlıyor. Vanilyayla karışık böyle çikolatalı bir koku, sayfaları karıştırırsanız zaten o kokuyu alıyorsunuz bu koku beni çok etkiledi. O kokuyu duymak için o kitapların arasından çıkmamaya başladım. Evet. O kokunun arkasından koştum, kitabın sihirli bir kokusu vardır. O koku beni bu kitapların içine sardı sarmaladı ve...
SORU; Şimdi burası çimen saha, birinci lig! Galatasaray Aslıhan pasajı sahası! Kaç yılında geldiniz buraya?
YANIT; Ben buraya 94 yılında geldim. Beyazıttaki durum, ayarı bozuldu. Evet, üstadımızı kaybettik, oranın ayarı bozuldu. Kutup kaybolunca, kutup dediğim yani baş, merkez kutup kaybolunca dengeler bozuldu. O dengeydi.
SORU; Siz ona gelinceye kadar, pir'e gelinceye kadar kitap kokusuyla gidiyordunuz, ona gelince ne oldu koku?
YANIT; Ona gelince iş değişti, koku devam etti, bilgi seviyemiz yükseldi esnaflığın sırlarını bize açtı.
SORU;Sahaflık nedir,tanımlar mısınız, doktorluk gibi mi bu?
YANIT; Şimdi sahaflık efendim, kağıdı bilen, kağıda elini sürdüğü zaman o kağıdın hangi yılda imal edildiğini anlayacak kadar... Evet, kağıdın doktoru, yazının doktoru, kitabın doktoru, cildin doktoru, o cildin hangi yılda yapıldığını malzemesinden baktı mı anlayacak. Sahaf bu! Kitabın alimi. O kadar, bitti...
SORU; Kaç tane böyle alim var şu anda Türkiye’de? Bir isim verdiniz biraz önce Muzaffer bey, o ailim miydi?
YANIT; Şimdi şu anda kaç tane alim var, diyelim iki elin parmağını geçmeyecek. O alimdi. Onun da bir alimi vardı.
SORU; O bir okuldan mı geliyordu yoksa mektepsiz miydi?
YANIT; Bunlar hep mektepsizdir. Okulu yok zaten. Mektebi yok ki bunun.. görerek, biz de burda görmek. Bizim alıp satmak derdimiz değil, görmek.. ‘alamadığıma değil diyor, göremediğime yanarım,’ derdi bizim üstadımız.
Aralık 2009, İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray.
*Elyazmaları, Tekin SonMez, Kars Platosu Öyküleri, NİS Media Ya, ilk bası 2004, İst.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)