16 Kasım 2011 Çarşamba

75. doğum yılı yeni bir kitap..

Yazarımız da soruyor!

Bu kitapta ne var?

Bu kitapta bir; aşk...

İki; Beyoğlu var...

İşte böyle bir yanıt...

Bilmem ki bu yanıt size yetecek mi?

Aşk, bir yerde yeter.

Bir yerde yetmez diyeceğim ya... her neyse... Bu sırada gök gürledi, şimşek çaktı. Pencerenin önünde yangın gibi bir ışık çevreyi sardı ve ne oluyor diye ayağa kalktım. Korktum da! Sonunda durum açığa çıktı, olay açıklandı.

Şöyle ki yazarımız aşk sözcüğü ile yetinmedi, ışıkları yaktı.

Hepsi bu kadar mı diye sordu.

Evet! Dahası var! Bakın ne oldu!Damlaya damlaya göl oldu.

Aralıklarla iki yıl doldu.

Ferhat'ın gürzü, bir boşlukta sallanan o ince demiri oydu.

Ferhat ve gürz, bakın bu bir abartı sanatıdır.

Edebiyatta imgelem, betim sanatı denilir. Düzeltmek isterim. doğrusu şudur!

Ortada ne bir Ferhat var, ne de onun gürzü... İyi de peki, ne olacak? Boşlukta sallanan demir bir levha nasıl oyulacak?

Labirentlerle kesişen bir oyun mu bu, yoksa? Şimdi bakalım!

Anlaşıldığı kadar, ortada bir demir levha oyulacak da neden demir levha ben de bunu bilmiyorum. Yazarımız araya girdi ve dedi ki, yazmanın şiddeti şudur. İyi bir kalem, hepsi bu kadar ve bu kalem havada sallanan bir demiri oydu, oydu.

Yazarımız böyle bir tanım yaptı da bakalım gerçekler nedir ve şöyle ki satrancın taşları yerlerine oturdu mu... kısaca bir göz atalım izninizle.

Değerli izleyici,

Yazarımız ne diyor?

Yazarımız diyor ki, ellinin üzerinde güncel yayınla okura sunulan, ilgiyle izlenen ve iki yıl süren bir öykü...

Öykü derken ne demek istedin, diyerek bu kez ben evet ceketimi ilikleyerek, sayın yazarımıza soruyorum.

Öykü türü mü, yoksa bu yapıtın öyküsü mü?

Her ikisi de! Fakat edebiyat! Edebiyat, yazınsal metin, dedi ve eline aldığı taşı satranç tahtasındaki yerine koydu. En başta edebiyat, diyor.

Blog yazıları, öykü, günce, deneme, söyleşi, kısacası tüm bunlar bir arada ve bu çalışma bir yazınsal metin öyküsü...

Şu da var, bir bu yaptın tasarım, kurgu öyküsü, iki yazılış öyküsü, bir de bu süreye yayılan yazarın yaşam öyküsü...

Fotoğraflar da var evet.

İşte bir arada; http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com/

Şöyle ki kitap sahaf blog, sonunda 'aşk'ı kitap kitab'ı aşk beyoğlu' adı ile okura sunuldu. Şimdi okurunu bekliyor...

Sevgi içtenlik...
Sonmez, Tekin Sönmez
17 Kasım 2011, Tüyap, İstanbul

9 Ekim 2011 Pazar

Aydın Doğan bugünkü kitap teknolojisi konusunda vurgu yapıyor ve diyor ki, 'Naylon, selefon geçiriliyor. Kapaklar, kanserojen..' Söyleş: 56. yayın...

Aydın Doğan sahaf ve deneyimli bir yayıncı. Kitap konusundaki gelişmeleri izliyor. Eski basım kitapla yeni basım arasındaki kalite farkına değindi dün. 'Tipo sistemiyle yapılan kitapları açtığın zaman bir, böyle hayat kokuyor, yani kokusu var. Kokusu var ve ölmüyor,' diyor. Dikkat çektiği konular var. Diyor ki; 'şimdi tutmuş dijital şeylerle baskı yapıyorlar ve naylon aydınger çıkışla baskı yapıyorlar. Kağıdın üzerinde yazılar siliniyor bir süre sonra ve mahvoluyor, o kitap ölüyor bir ölçüde. Naylon, selefon geçiriliyor. Kapaklar, tamamen kanserojen. Kitap kokusu kalmadı.'

Aydın Doğan'ın yıllara yayılmış yayımcılık deneyimleri ile vardığı bugünü, daha özü bugün.. sahnenin arkasını konuşacağız. Yaba Dergisi'ni de tüm zorluklara karşın yıllardan beri yayınlayan Aydın Doğan, kimdir? Nereden, nasıl geldi buraya. Galata Yokuşu, hemen Tünel Meydanı'na çıkmadan onun kitap ve sahaf hazinesi var. Oradayız.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 9 Ekim 2011, Pera, Beyoğlu, İstanbulAydın Bey arkaplanı.. nedir? Kitap salt Kerem ile Aslı mı?

İkinci kitabı hatırlayamam da.. fakat o çocukluk yıllarının kazandırdığı şeyler... Çıraklıklara başlayınca, Pazar günlerimiz tatil günü oluyor, sinema, eğlence günleri, sinemalara gitmeden önce, bizim o dönemde, Elazığ’da üç tane sinema vardı. Bunların hepsinin önü biz yaştaki çocuklarla dolu, şimdi Teksas Tommiksler, bu resimli romanlar, sıralanır böyle, beş kuruşa okunuyor, veya on kuruş.. beş kuruşa okuyorsunuz. Şimdi.. filmin dağılması için en azından.. iki saat üç saat bekliyorsunuz, orada iki film oynuyor ya, biz filme girmeden önce o Teksas Tomiksleri okumayı yapardık. Veyahut Teksas Tommiks, bizim sonradan birçok insanların zararlı kabul ettiği kitaplar, aslında bir okuma alışkanlığı yarattı bende bir ölçüde.

‘İnsanların zararlı kabul ettiği,’ dedin bunu açar mısın?

Tom Braks.. Kızılderilileri savunan bir adamdı. Teksas Tommiks Kızılderili katleden.. sonradan bunları öğreniyoruz tabii. Ben ona rağmen.. o çocukluk duygularıyla.. Tom Braks beni sarıyordu! Neden, Kızılderililere Beyazların yaptığının intikamını alıyordu, beyazları cezalandırıyordu.

On beş on altı yaşları sinema önleri, Kerem ile Aslı sonrası çizgi romanlar, Elazığ’da okuma kültürü.. kitap biriktirmek.. bu dergileri biriktirme başladı mı o yıllarda Aydın Bey?

Yok! Okuyoruz, kitap o zaman bırakılıyor, başka birinin eline geçiyor. Ben mesela okuyorum, birisi alıyor elimden. Öbürünü de ben onun elinden alıyorum.. bu şekilde oluyor.

Kitap tamam, sahaflık nasıl gelip seni buldu?

Aydınlıkevler’de bir kitabevi, oraya dalıyorum, her taraf, kitap dolu. İstanbul’dan Ankara’ya göç etmiş bir kitapçı, Selim Sabit Pülten. İki gittim, üç gittim dostluk oluştu Tekin Bey.
(Sürecek)

Aydın Doğan / Tekin SonMez, Eylül 2011, Tünel, Galata, Beyoğlu, İstanbul
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

8 Ekim 2011 Cumartesi

Kitap.. aydınger çıkışla baskı yapılan kağıtın üzerindeki yazılar siliniyor, o kitap bir ölçüde ölüyor, diyen Aydın Doğan söyleşisi 55. yayın...

Sahaflık açısından bu söyleşide jenerik olacak neler var? Sahaf kitap bağı farklı bir kulvardır. Aydın Bey’in kitap bağı, Kerem ile Aslı öyküsü gibidir söylediğine göre, ilk okuduğu da o. Bir jenerik mi aranacak? Keban, Lorikan köyünden Elazığ’a gelen bir çocuk, sahaf, yayıncı, yazar olacak bir çocuk mudur, o bakalım. Elimizdeki söyleşinin açtığı kapıdan içeriye girdik.

‘Benim kitap felsefem şu, mesela bakın burası pek havalı bir yer değil. Vantilatör çalışıyor işte idare ediyorum, ama bu kitaplar olduğu sürece, kendi gözümle baktığım zaman, bir yerde kitap varsa, ben orda hayatımı sürdürürüm,’ diyerek Aydın Doğan karşıladı beni. Yaba Dergisi sahibi ve yönetmeni olan meslektaşımla kitap konusunu söyleşeceğiz.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 8 Ekim 2011, Pera, BeyoğluKitap olursa hayatımı sürdürürüm, dedin. Nasıl, Neden?

Evet, sürdürebilirim, kitabın olması şart. Kitabın olduğu yerde yalnızlık olmaz. Bin kitap mı var, bin tane arkadaşım var. Her birinden ayrı bir tad alırsın, her biri ayrı konuşur.

Kitabın yaşamı sürecek mi, kitabın geleceği var mı Aydın Bey?
Tabii, ölene kadar devam eder kitap, devam eder. Ben eski yapısını savunuyorum kitabın. Şimdi teknoloji, kapitalist sistem, farkındaysanız bunu dijitale aktarmak için birinci derecede kağıdı bozdu. Baskı sistemini bozdu ki, millet caysın dijitale dönsün. Şimdi basılan kitaplar eski kitapları arattırıyor, niye arattırıyor? Eskiden müthiş bir baskı sistemi vardı, o baskı sistemini bertaraf etti. Tabii şimdi tutmuş dijital şeylerle baskı yapıyorlar ve naylon aydınger çıkışla baskı yapıyorlar. Kağıdın üzerinde yazılar siliniyor bir süre sonra ve mahvoluyor, o kitap ölüyor bir ölçüde. Naylon, selefon geçiriliyor. Kapaklar, tamamen kanserojen. Bu birincisi. Bunun kimse farkında değil. Alıyor kucağına, bağrına basıyor, yatağın kenarında okuyor. Bunların hepsi zarar ama eski kitapta bu yok. Ağacın has hamurundan kağıt yapılıyor, kapaklar ona göre yapılıyor ve bir işçilik var. Tipo sistemiyle yapılan kitapları açtığın zaman bir, böyle hayat kokuyor, yani kokusu var. Kokusu var ve ölmüyor. Yazılara bakıyorum, yüz, iki yüz sene. 17. 18. yüzyıllardan kitaplar var burda. Bakıyorsun pırıl pırıl. Dün basılan, iki sene önceki sisteme göre basılan kitabı alıyorsunuz, onun yanında cılız kalıyor. Evet, şimdi bu sistem bunun yerine daha pratik bir şeyi yaratıyor işte. Bu dijital kitabı devreye soktu, burada para kazanacak ve o makinalarla işi yürütmeye çalışıyor.
(Sürecek)

Söyleşi: Aydın Doğan / Tekin SonMez, Eylül 2011, Tünel, Galata, Beyoğlu, İstanbul

Fotoğraf: Feryal Özkale Sönmez

14 Eylül 2011 Çarşamba

Deniz Harp Okulu mezunu olarak, 1773’te kurulduğu söylenen Deniz Harp Okulu’nun ilk hocasının ders kitabı elime geçince.Turgay Bey söyleşi: 54. yayın.

Kitap, sahaf konusu dallandı budaklandı ve denizler konusunda basılmış kitaplar konusu ile burada keşif masasına geldi.

Sırasında ders kitabı olabilir tarih belgeleri de sahaf alanına girer. Deniz konusu olduğu gibi, savaş gereçleri basılmış, madalya, kılıç, vuruşma öyküleri olan kitaplar da var. Sövalyelerin yaşamlarını konu alan serüven romanları da budur. Pardayanları unutacak mıyız? Reşat Ekrem Koçu'nun deniz kahramanlık romanlarını yok mu sayacağız?

Savaş günceleri de, o cehennem ateşinin arkaplanını verir. Geçmişten gelir ve günün insanına, meraklısına sunulur. Kitap severlerin hemen tümü de roman, şiir tiryakileri olmaz.

Değerli İzleyici,

“1773’te kurulduğu söylenen Deniz Harp Okulu’nun ilk hocasının ders kitabı, elime geçince koşmaya başladım. Evet.. niye koştum.. nereye koştum.. ben de bilmiyorum,” diyen, Deniz Harp Okulu mezunu, bir dönem Deniz Subayı olarak da görev yapan Turgay Bey Söyleşi sürüyor.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 14 Eylül 2011, Pera, Beyoğlu-Nasıl bir duygu bu Turgay Bey?
-Evet. Ben, Deniz Harp Okulu mezunu olarak, Deniz Harp Okulu’nun 1773’te kurulduğu söylenen Deniz Harp Okulu’nun ilk hocasının ilk on öğrenci için yazdığı ders kitabı elime geçince, çok büyük tabii heyecan ve aslında.. daha fazla nereye ulaşılabilir ki sorusuyla da karşılaşma.. o noktaya geldim.. Tabii, yani koşabildiğim yere kadar da koştum.

-Ağladın mı o sırada? Kitap, kitap ne oldu?
-Ağlamadım ama çok heyecanlandım. Bir arkadaşım vardı ve niye koşuyorsun diye arkamdan devamlı bağırıyordu. Evet bu kitabı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na hediye ettim.

-Kimdi o zaman Deniz Kuvvetleri Komutanı?
-Donanma Komutanı Özden Örnek’ti. Evet, ve bunun mutlaka Deniz Harp Okulu’nda bulunmasını istedim. Şu an onun resmini de verebilirim. Ve Deniz Harp Okulu müzesinde camekan içerisinde bu eser duruyor şu anda.

-Kimin üzerinden gittiği de yazılı mı?
Evet! T. Erol’un hediyesidir diye belgeyle orada duruyor.

-Çok güzel. Onun kopyelerini aldın mı?
-Almadım.

-Tekrar okumak, neler olduğunu anlamak...gerekmez mi?
-Teknik bilgi, ama ordaki çocuklar bu tarz çalışma yaptılar, tercüme yapmaya çalıştılar, teknik bilgi, o yüzden.. onun mevcudiyetinin önemi var. Ordaki öğrenciler.. dünkü okul olmadığını, bir geçmişe sahip olduğunu hissedebilsinler diye orda olmasını istedim.

-Geçmişe sahip olduğunu hissetmeleri.. yüksek bir duygu...
-Evet, tabii. Yani aristokrat bir yapı içerisinde olduğu... Modern anlamdaki Osmanlı’daki, en eski üniversitedir Deniz Harp Okulu. Daha sonra işte 2000 senesinde bu, şu anki kitabevimize geçtik. Ve bu arada da yayınlar yapmaya başladık. Yayınları da nasıl yapıyoruz? Denizcilikle ilgili ihtiayaç olabilecek, teknik, tarihi ihtiyaç hissedebileceğimiz, yok dediğimiz eserleri üretmeye çalıştık.

-Bu kez bu çalışma başladı. Neden?
-Mecburduk, çünkü, söylemesi ayıp o gün satacak kitap bile yoktu. 96’da 97’de, denizcilikle ilgili, bir amatör denizcinin yelken öğrenmesi için bile bir kitap yoktu. 60’lı yıllarda yayınlanmış bir kitabı fotokopi yapıp veriyorduk. Pupa Yelken, Sadun Boro’nun Pupa Yelken kitabı 70’li yıllarda yayınlanmış fakat piyasada yoktu. Onları tekrar yayınladık. Şu anda da birçok eser var bizde, 60’ın üzerinde. Yayınladık. Ayrıca geçen sene ‘İstanbul Haritaları’ üzerine bir kitap yayınladım, Sedat Simavi ödülü aldım.

-Çok güzel! Sedat Simavi ödülü aldınız. Kutlarım...
-Evet. Çok güzel bir kitaptı. Şimdi de bir iki tane daha projemiz var. Siz geldiğinizde onları inceliyorduk.

-Böylece ufuk ve projeler masa üstünde genişledi, büyüdü. Küçük bir şeyle başlamak, sadece biriktirmeyle yola çıkmak ve Türkiye’nin bir eksikliğini görmek. Bu kitapların içinde gezi günlükleri, seyahatler, daha önce buralara gelip gitmiş yabancıların gezi yazıları da çevirileri de var mı?

-Tabii denizcilik aslında beynelmilel bir konu, sadece Türkiye’ye özgü değil. Ama, biliyorsunuz ilk dünyayı gezen Türk yelkenli Sadun Boro’nun Pupa Yelken isimli kitabı vardı. Bu faaliyetler sonucunda beş kitap daha yayınladı. Diğer seyahatlerini de yazıya döktü.
(Sürecek)

Söyleşi: 26 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

13 Eylül 2011 Salı

'Topkapı Sarayı’nda Piri Reis Haritası sergilenmiyor. Memphis’te sergilendi. Amerikalılar benden önce gördü.' KaptanTurgay Erol söyleşisi; 53. yayın

Denizler Kitabevi kurucusu Turgay Bey, bir konuya doğrudan girdi. (bakınız: blog, 12 Eylül 2011) ‘Hayır! Şimdi toplayacak kitap kalmadı. Denizcilikle ilgili yeni ilginç heyecan verici, yeni eserler çıkmıyor Türkiye’de,’dedi.

Sahaflıkta, ‘yol giderek yokuş yukarı ..’ ne demek, diye bir soru geldi. Şu demek, eski eserler eskisi kadar ortaya çıkmıyor. Bu da sahaflık mesleğini tetikleyecek yerde etkilemeye başladı. Madalyonun bir öteki yanı. Bundan öncesi var.

Değerli İzleyici,

Bir nükte, '..yol yokuş yukarı,' diye yaptığım tanım, bir gerçeği keşif masasına yaklaştırdı. Yol giderek yokuş yukarı çıkınca, sahaflık da bir anlamda açıklama isteyen bir noktaya vardı.

Bu savı doğrulayan başka örnekler de var. Albert Sapan (bakınız: blog, http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com, 26 Nisan 2010) ‘Eski kitapları, çok eski kitapları alıp satmak daha riskli oldu ve eski kitaplar artık bulunmuyor,’ diyor.

Turgay Erol (bakınız: blog, 12 Eylül 2011) ‘Hayır! Şimdi toplayacak kitap kalmadı. Denizcilikle ilgili yeni ilginç heyecan verici, yeni eserler çıkmıyor Türkiye’de,’dedi. http://kitaplarvetekinsonmez.blogspot.com

Nedret İşli (bakınız: Cumhuriyet, 12 Eylül 2011) ‘Kaynaklarımız giderek azalıyor ve kuruyor. Geçmişte her yıl 2 bin eski harfli kitap alırken şimdi yılda ancak bu sayının onda biri kadar eski harfli kitap bulabiliyorum.’

Dün yayımlanan söyleşide: 'Haritalar da var mıydı bu işin içinde, 'diye süren konuşmada, Turgay Bey ilginç bir yanıt verdi. ‘Haritalar pek fazla.. deniz haritası vardı tabii. Elbette, şimdi zaten.. konu genişliyor,’ dedi. Ben de genişlemesini istedim ve konu derinleşti. Şimdi söyleşiyi izleyelim.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 13 Eylül 2011, Pera, Beyoğlu-Konu genişlesin Turgay Bey... bunların bir başı olmalı, bir nedeni var mıydı? Denizcilik konusunda bir kitabevi açma fikri, nasıl oldu?
-Aslında birkaç sebep vardı, bu denizcilik üzerine bir kitabevi açılmasının. O dönemlerde Turgut Özal’ın eşinin öncülüğünde Memphis’te Piri Reis Haritası, Ali Macar Reis Atlası sergilenmişti.

-Bu sergi fikri nerede Turgay Bey?
-Memphis’te.. Memphis’te bir sergi vardı, Türk eserleri sergisi vardı ve de orada, benim gidip ziyaret ettiğimde göremediğim haritalar orada sergilendi, ben görememiştim ama Amerikalılar benden önce gördü.

-Önce yabancılar gördüler. Bunun bir etkisi mi oldu?
-Tabii. Ben Deniz Müzesi’ne de gittim görmek istedim, göremedim. Topkapı Sarayı’nda Piri Reis Haritası sergilenmiyor, hala da sergilenmiyor, göremedim. Amerikalılar benden önce gördüler. Ben de çok sinirlendim. Dolayısıyla haritaya da girdik.

-Kitaptan sonra haritaya da girdin.. yine o seksenli yıllar...
-Tabii. Bu arada, aslında, bu denizcilikle ilgili hiçbir şey çıkmıyor demem şu şekilde; müsaade ederseniz küçük bir anı anlatacağım... Rahmetli Sami Önal Bey vardı Kadıköy’de. Kendisi bir gün aradı, sağolsun, bütün arkadaşlarım, bu konuyla ilgilenen bütün arkadaşlarım, ellerine denizcilikle ilgili bir şey geçtiği zaman bana haber verdiler. Çok büyük destekleri oldu. Hem Halil abi, işte tanıyorsunuz, karşıda Lütfü Bey var, Sami Önal Bey, rahmetli oldu geçen sene.. bence bir iki sahaftan biriydi.. bir gün bana telefon etti ve bir eser bulduğunu söyledi, denizcilikle ilgili.. çok iyi hatırlıyorum 97 veya 98 senesiydi, gittim. Bu Deniz Harp Okulu’nun kurucusu Cezayirli Hasan Hoca’nın ilk on öğrenci için yaptığı “Sefinetül” diye seyir ile ilgili bilgilerin derlemesi.. Türkçesi... Ben bunu bulunca.. o kitabı aldıktan sonra, Kadıköy’de Moda’daydı yeri.. iskeleye kadar koştum.

-Çok ilginç, çok hoş... Koştun! Ben de olsam koşarım. Fakat neden koştuğunu biliyor musun Turgay Bey?

-Evet.. niye koştum.. nereye koştum.. ben de bilmiyorum...
(Sürecek)

Söyleşi: 26 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

12 Eylül 2011 Pazartesi

Beyoğlu'nda, Denizler kitabevi 93’te kuruldu. Türkçe basılmış denizcilik kitaplarının elde edilmesine bir ömür adamış Turgay Erol söyleşisi, 52. yay

Yaklaşık yirmi ay önce başlayan blog yayınlarımız Denizler Kitabevi ile sona yaklaşıyor. Elimizde üç yüz sayfalık bir kitap var şimdi. Bu blog çalışmaları kitap insan konusunu öne alarak
yola çıktı. Belgeler oluştu.

Yol giderek yokuş yukarı çıkınca biz de Denizler Kitabevi ile denizlere açıldık. ‘..yokuş yukarı,’ bu ne demek? Bu bir nükte! Sonuç olarak kitap konusu konuşuldu. Denizler konusunda ve Türkiye’de, Türkçe basılmış eski kitapların elde edilmesine bir ömür adamış Turgay Erol söyleşisinin üçüncü bölümünü izliyoruz.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 12 Eylül 2011, Pera, Beyoğlu-Tekrar denize çıkmak ve denize açılmak, Turgay Bey.. o sırada bir kitabevi açıldı değil mi, ona ne oldu?
-Evet, ama sadece almak içindi, Tekin Bey, satış yapmak üzere değildi. Evet! Kitabevini açmamızın sebebi aslında, insanlar kitaplar getirsin de ben kitap alayım diye açmıştım.

-Bu da müthiş bir duygu. Bu da tabii ki bir belgecilik oluyor İstanbul’da gelmiş geçmiş denizci kitaplarını toplamak.. tıpkı pul gibi peçete, sıgara paketi gibi toplamak.. değil mi bu konuda bir birikim sağlamak için...
-Bu ruh hastalığı aslında ama onu ayrıca konuşabiliriz tabii. İlk.. yani projem her zaman başka bir iş yapıp sadece kitapları kendim için toplamaktı. Yani kitabevini açmamızın sebebi kitap almak içindi, satmak için değildi. Evet, daha sonra, 96 senesinde, denizden döndükten sonra, kitaplarımın ben yokken çoğalamadığını gördüm.

-Bu biriktirmeler, ‘başkaları için değil, kendim içindi’ dedin. Kitaplarla mistik bir ilişki. Turgay Bey bu nasıl oldu?
-Bu noktada kararımı verdim ki kitabevini daha ciddi boyutlara ulaştıralım, sonra denize çıkmayı bıraktım.

-Denize açılınca kim baktı kitabevine, kitap toplama sürdü mü? İki buçuk yıl denizlerde seyrü sefer, bu gerekli miydi?
-Hayır, hayır eş, kardeş değil. Başka bir arkadaşım baktı. Evet, daha öncesinde de yapıyordum 89’dan itibaren denizdeydim. Fakat 93 senesinde resmi olarak kitabevimiz kuruldu. Dükkanı açtıktan sonra yani 93 senesinde...

-Denizler kitabevi 93’te kuruldu.. ve bundan sonra iki buçuk yıl yine, denizler ve kaptanlık diyelim. Böyle mi? 95-96’larda geri karaya dönüş... Ve bir daha denize açılmak yok!-Evet.

-Peki, neydi.. yani, dediğin gibi ilkin 'kendim için kitapları toplamaya başladım,' dedin. Şimdi yine kendin için mi?

-Hayır! Şimdi toplayacak kitap kalmadı. Denizcilikle ilgili yeni ilginç heyecan verici, yeni eserler çıkmıyor Türkiye’de.



-Peki eski eserleri toplamadın mı Turgay Bey?
-Topladım...

-Topladın, hangi dillerde bunlar?
-Genelde Osmanlıca. Türkiye’de yayınlanmış olarak yeni bir ilginç kitap yok yani.

-O zaman ben şunu algılıyorum, Turgay Bey, Osmanlıca dahil, burada yazılmış kitapları toplama fikri var, ya da vardı...
-Evet, o zaman o şekildeydi.

-Dünyanın öteki dilleriyle yazılmış denizcilik kitapları değil.
-Hayır, yok, hayır.

-Türkiye’de, Osmanlı’dan önceki, Venedik, Cenevizliler falan yok mu? Papirüsler elyazmaları falan.. yok mu?
-Hayır hayır, onlar... Basılmış eser yok. Matbaa yok.

-Peki, haritalar da var mıydı bu işin içinde?
-Haritalar pek fazla.. deniz haritası vardı tabii. Elbette, şimdi zaten.. konu genişliyor...
(Sürecek)

Söyleşi: 26 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

11 Eylül 2011 Pazar

Denizler Kitabevi kurucusu Turgay Erol söyleşisi, 51. yayın, on beş sahaf ve kitapçı sonrası denizlere açıldık...

2003’e kadar... kıyılar rehberi olmayan bir Türkiye’de kaptan Turgay Erol bir boşluğu doldurmak için, bir ilke imza atıyor.

‘Yapmaya çalıştığım ufak tefek koleksiyonları, hepsini elimden çıkararak İstanbul’u gezip ne kadar denizcilikle ilgili kitap varsa toplamak istedim,’ diyor.

Bu satırların yazarı da başlangıçta ileriye bir hedef koydu. Sahaflar ve kitap tarihi konusunda bir şey yapılmayan Türkiye’de 04 Nisan 2010 günü bir sunum yaptı: ‘Bu konuda boşluk gördüğüm için, ‘Kitapçılar ve Sahaflar’ başlıklı blog yayına girdi. Kitaplar üzerine kısa sözler, yorum, görsellik arada bir güncel yazımla sunulacak,’ sözleriyle uzaya ilk sözcükleri yaydı. Bugün 11 Eylül 2011. Aradan aylar haftalar geçti ve şimdi ne oluyor? Denizler fatihi olacak değil bu satırların yazarı.

Tüm bunlar adına kitap denilen ve her konuda işlev yüklenen, kağıt uygarlığı ile doruğa varan bir olgu için. Kitap için. Evet bu uygarlık kağıt üzerinde yükseldi ve bugünlere geldi. Kitap için yola çıktı, sahaf söyleşileri geldi. Türkiye’de bu derlitoplu bir ilk çalışma oldu. Çıkış ilkesi olarak: ‘Kitaplar üzerine kısa sözler, sahaflarla söyleşiler burada yayımlanacak,’ dedim.

Sonuç olarak ne oldu? On beş genç, ünlü, ünsüz, tanınmış sahaf ve kitapçılarla yapılan ve burada sunulan söyleşilerden sonra denizlere açılma vakti gelmiş demektir! Neden denizler? Kaptan Turgay Bey bunun yanıtını veriyor.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 11 Eylül 2011, Pera, BeyoğluTurgay Bey, ‘..denizcilikle ilgili kitap toplamak istedim,’ dedin. Doğum 1967. Hangi yıl bu kitap toplama başladı?

84-85 yıllarında. Tabii öğrenciydim o zamanlar. Evet, şanslıydım aslında, şanslıydım, çünkü birbirine benzeyen iki üç tane bir şey olduğu zaman hemen onun koleksiyonunu yapmaya çalışıyordum ben.

Biriktirme duygusu, dizi yapma coşkusu.. nasıl başladı?

Evet! 1973’te yedi yaşındayken, işte, sigara içilmezdi evimizde ama, gelen insanlar, bu, tabii yabancı, işte Malrboro vesaire.. benim yaklaşık yani 81 senesine kadar, yani yedi yaşından on dört yaşına kadar 125 çeşit sigara paketi koleksiyonum vardı.

Biraz önce bu dikkatimi çekti. Bir vurgu gerekiyor. Evde sigara içilmediği halde.. biriltirme duygusu, dizi yapma..

Tabii. Ama her yurt dışına giden gelenden bir paket isterdim hem de dolu biriktirirdim.

Dolu.. dolu paketler ve sıgara içilmiyor.. bu hangi yıl?

İşte 73’le 81 yılları arasında, fakat o sıralarda serbest bırakıldı mesela, serbest bırakılınca vazgeçtim ben de. Ama o zaman maskotlar vardı, peçete koleksiyonları mesela.

Kibrit kutusu belki. Ben boş kibrit kutularını toplardım, tren yapardım onlarla bunun gibi mi?

Kibrit kutum yoktu ama, ablamın peçete koleksiyonunu çikolata vererek devraldığımı hatırlıyorum.

Şimdi durun bakalım ailenin tarihine giriyoruz. Kaç kardeş?

Üç kardeştik. Babam Amerikan Haberalma Merkezinde çalışırdı, orada çok güzel peçeteler olurdu. Özellikle bu happy hourlarda ve yılbaşı partilerinde, özenirdim tabii. Ama ablam toplardı onları, sonra bir gün onları devraldım.

Bir çikolatayla, yetti.. çok güzel.. buradan Denizler Kitabevine bir yol bulup çıkacağız galiba.

Sonuç olarak da İstanbul’da veya Türkiye’de denizcilikle ilgili ihtisaslaşmış herhangi bir kitabevinin olmadığını görünce ki o sıralarda okulun sağladığı gemi gezileri sayesinde yurt dışına da gidip geliyorduk. Biliyorsunuz her limana yakın yerde denizclikle ilgli kitapların satıldığı yan yana birçok dükkanı görürsünüz. Buna gerçekten gıptayla bakmıştım ve Denizler Kitabevi mevzusu aslında o zaman oluştu.

Türkiye’de, İstanbul’da, Beyoğlu’nda.. böyle bir şey yoktu.
Yani yoktu böyle bir Denizler Kitabevi, devir falan değil, bunu Turgay Erol kurdu. Böyle mi?

Evet/hayır, bir tek Deniz Kuvvetleri’nin Kasımpaşa’daki kendi yayınlarını üretip sattıkları, toptan, elli tane yüz tane kitap varsa var ki onu da bulamazdınız, bütün tedavülden kalkmış kitaplardı.

Böylece bir kurucuyla karşı karşıyayız. Beyoğlu İstiklal Caddesinde bu konuda ilk kez, bu branşta bir kitabevi kuruyor Turgay Bey. Bu kurucu ile karşı karşıyayız. Müthiş...

Evet.. daha sonra tabii ki, bu kitabevini açmak için Donanma’dan ayrılmam gerekiyordu. Onu bir şekilde hallettim. daha sonra da denizciliği gerçekten.. Denizci olabilmek için de ehliyetim de vardı tabii ki, bunu yaşamak gerekiyordu, kitabevini 1993’te açtıktan sonra, (Rejans’ın yanındaydı o zaman) ben tekrar denize çıktım ve iki, iki buçuk sene denizde çalıştım. Kitabevimiz vardı o sırada.

Söyleşi: 26 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

8 Eylül 2011 Perşembe

Türkiye Kıyıları Rehberi yapımcısı kaptan. Her taraf kitaplar, haritalar, pusula ve çıpa, ip, urgan, yoldayız! Kaptan Turgay Erol söyleşisi 50. yayın

Turgay Bey’in... sarayı diyelim ya da hazinesi diyelim, ya da definesi diyelim, oradayız.

Kaptansız büyük denizlere açılmak sarsar insanı. Bir de kitaplar okyanusu varsa önde ve tekne çatıdıyorsa daha açılmadan enginlere ya tekne değişir ya da bir kaptan aranır. Bu satırların yazarı, çatırdayan küçük bir tekne ile büyük dalgalarla boğuşa boğuşa sonunda küreklere asılarak bir kumsala ulaştı bu yıl ortalarında. Tekne varsa kaptan da olacak. Her taraf kitaplar, haritalar... Pusula ve çıpa, ip, urgan ne gerekse hepsi burada. Kitaplarla büyük denizlere açılmak için sonunda kaptanımız da var. Kaptan Turgay Erol da burada.

Değerli İzleyici,

Kitap sahaf blog, bir ilke imza atmak ve gövde gösterisi yapmak için küpeştelerin hizasında, güverteyi kitaplarla doldurdu. İskarmoz bağlarına tutturulan dikmeler, kitapların ağırlığı ile gerildi. Türkiye sahillerine balıkçılara kitap taşıyan bir tekne diyelim buna. Erol Kaptan, diyor ki; Tekin Bey, daha 2003’e kadar... Türkiye kıyıları rehberi yoktu. Nasıl yoktu, bir Türk tarafından yazılmış bir şey yoktu,’ diyor. Biz işte şimdi Turgay Erol tarafından basılmış rehber kitabıyla yola çıkmaya çalışaşacağız. Sonunda bu da oldu.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 8 Eylül 2011, Pera, BeyoğluTurgay Bey doğrudan konuya girelim.. şöyle.. nasıl oldu da denizcilikle ilgili kitapları toplama eğilimi başladı sizde?

Anlatayım onu Tekin Bey, ilk önce denizcilikle ilgili her tür, ne karşıma çıkarsa toplamaya çalıştım. Yani dümeninden, artık brövesinden... gibi.. düğmelere kadar ve fakat, ne toplarsanız toplayın mutlaka bu topladığınız şeyleri de bir yerden ne olduğunu anlamaya çalışmanız gerekiyor. Yani bir referans gerekiyor. Dolayısıyla bütün toplanan şey... asıl toplanması gereken şeyin kitap olduğuna karar verdim.

Kitap! Sonunda buradan geldi.. buraya dek algıladıklarımla kendim için bir özet yapacağım. Denizcilikle ilgili ne varsa bröve, dümen ne varsa toplama kararı içinde ilk başta kitap yok. Fakat toplama sonunda her yol kitap dedi size. Buraya geldik. Burası kaptan adı ile tanınan Turgay Bey’in Denizler Kitabevi. Her yerde kaptanlar ya da denizcilik kitapları... Turgay Bey için ilginç bir seyrüsefer haritası çizilmiş. Turgay Bey’i biraz daha tanıyabilir miyim? Doğum yeri neresi?

Ankara’da (1967) doğdum fakat daha sonra Deniz Lisesi, Deniz Harp Okulu, iki sene teğmenlik sonra da ticari bahriyelide de beş altı sene kadar uzak yol olarak kaptanlık yaptım. Çalıştım, ama dolayısıyla özellikle deniz lisesini Heybeliada’da bitirdiğimden itibaren denizcilikle ilgili herşeyi toplamaya çalıştım.

Peki kitap nasıl dokundu, kaç yaşında? Ailede kitap anne baba ilişkisi ya da kısaca Nasıl oldu, toplama sürerken o sıda kitap nasıl dokundu?

Ailemizde böyle bir şey yok. Kitap obje olarak yoktu.

Ailede obje olarak kitap yoktu, okulda mı kitap öne geldi?

E tabii. Yani küçükken o Tommiks Teksas gibi şeyler.. Ama o kadar etkisi olmadı yani...

Peki Turgay Bey sözü balla kestim. Kitabın nesi ilgi çekti? Kitabın bu konuda daha belgesel olacağını mı düşündün de kitaba yöneldin? Biriktirme düğmelerden başladı kitaba gelinceye dek..

Yani şöyle söyleyim, Tekin Bey, düğme önemli değil düşünün ki bir para koleksiyonu yapıyorsunuz ki ben lise birdeyken son altı parça para koleksiyonu yapmaya başlamıştım.

Durun bakalım Denizler Kitabevi tarihi de burada gizli galiba. Lise birde, başladı.. para koleksiyonu...

Evet.. Fakat tabii bilirsiniz ki o sikkeler mecidiyeler vesaireler hepsi birbirinin aynıdır aslında. Bunların arasındaki nüanslarını, önemini, hangisinin daha değerli olduğunu anlayabilmek için size bir referans gerekiyordur. Dolayısıyla objenin kendisinin bir önemi olmadığını asıl kıymetli olanın bilgi olduğunu hissederek denizcilikle ilgili olduğum için de bütün o elimdekileri, o yapmaya çalıştığım ufak tefek koleksiyonları, hepsini elimden çıkararak İstanbul’u gezip ne kadar denizcilikle ilgili kitap varsa toplamak istedim. (Sürecek)

Söyleşi: 26 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

25 Ağustos 2011 Perşembe

Miltiyadis Nomidis ve Talya Nomidis kültür varlığını, onu yükselterek sürdüren, bu günlere vardıran Uğur Güracar söyleşisinin sonu geldi . 49.yayın

Açılan küçük bir parantez, yarım kalan bir kaç konu ile Beyoğlu sahaflar tarihinde son yüz yılı koşuyorlar. Evet son yüz yılı, son yüz metre gibi koşuyor Uğur Bey ve bu satırların yazarı. Bu dostluk koşusunda göğüsleyecekler ipi birlikte. Onları izliyoruz. Şöyle!

Değerli İzleyici,

Bir kitap kurdu olmadığı söylenen Talya Hanım, baba ‘yadigarı’ (böyle derler) bir anıtı, sonuna dek korumuş ve taşımış ve kendince sağlam ellere teslim etmiş. Muhteşem! Çocuklarımıza bırakacağımız muhteşem bir yaşam öyküsü bu benim açımdan. Yazarların ölümünden sonra, yayımcısız kalan, sahipsiz kalan kitaplar var ve bu yazarların kimilerinin çocukları da var. Ben Talya Hanım’ı idol seçiyorum. Buradan ayrıldığımda, onun anısını yanıma alacağım Talya Hanım’ın anısı beni saracak ve sıcak tutacak.

Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 25 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluBir! ‘Başka bir parantez’ dedin, biraz önce buna Uğur Bey. Özeti, bu tarih, kültür yuvasını Uğur Güracar nasıl kurtaracak?

Burası bir müze evet. Türkiye’nin en eski kitabevi, sahaflar çarşısından da eski. Sahaflar çarşının en eski yeri Kapalı Çarşı içidir. O da, 40’lı 50’li yıllardır. Burası Türkiye’nin en eski kitapçı dükkanı, her şekliyle her haliyle yüz yıl Tekin Bey.
Şimdi gelelim meseleye! Bu, bina olarak ikinci dereceden tarihi eser. ‘Gayri maddi kültür varlığı,’ yani ‘somut olmayan kültürel varlık’ diye bir Unesco kriteri var ki Türkiye de imza atmış sözleşmeye. Somut olmayan bir kültürel varlık, işkolu olarak tescil edilirse, Vefa Bozası gibi, Hacışakir Sabunu gibi... Gerekli başvuruyu yaptım... bekleyeceğiz.

İki! ‘Kıymetli kitaplar ve sahaf.. bir hayal vardı kafamda,’ dedin bu söz kesildi! Ya hayal! Hayal ne oldu?
Evet! Böyle bir işyerim olsun.. diye bir hayalim vardı.. bir gün böyle burda, alışveriş sırasında Talya dedi ki dükkanı devredeceğim ilgilenir misiniz, dedi. Çok isterim ama, benim dedim, param yok pulum yok. Valla Talya öyle koşullar öne sürdü ki bana, resmen burayı böyle hediye etti. İşte dedi ki siz yeter ki isteyin, ben dedi buranın kitapçı olarak sürmesini istiyorum. Siz dedi alın burayı gidin. Bir statü imzalayalım sizinle beraber işte altı ay dedi hiç bir para ödemeyin, ondan sonra işte satar satar ödersiniz dedi. İşte böyle bir seneye uzanan senetler bir şeyler...Üç! Hayalin ikinci parçası vardı! Kıymetli kitaplar! Açık artırma günleri.. nasıl oldu? Kim başlattı?
Tabii ben başlattım hasbelkader Cumhuriyet döneminin ilk kitap müzayedesini Tekin Bey ben yaptım Librarie de Pera’da. Devam ediyor, tabii, ben size kataloglarımdan veririm hatta. Osmanlı zamanında iki tane böyle kataloglu mataloglu düzenlenmiş kitap müzayedesi bir iki tane sadrazam filan kitaplığı.. onun dışında Batılı anlamda, sistematik, kataloglarla desteklenmiş, belli kurallarla satılan bir kitap satış platformu olarak ilk biz başlattık.

Bir rastlantı mı, tesadüf mü... Kitap müzayedesinin de bir başlama öyküsü olmalı mı?
Kitap müzayedesi de bir tesadüftür, Marmara Otelinde 2. kitap fuarıydı, Tüyap’n danışmanlığını da Demirtaş Ceyhun yapıyordu, tanırsınız o aradı bizi. ‘Gelin size burda bir sahaflar galerisi yapalım,’ dedi. Birkaç arkadaşı aradım kimse oralı olmadı. Demirtaş Ceyhun’a ‘yapacak bir şeyimiz yok,’ dedik. ‘Tek başımıza gelip galeriyi işgal etmemiz olamaz ama size bir kitap mezayedesi yapalım,’ dedik. Yıl 1985. 150 – 200 parça kitabı, iki tam gün satış yaptık, ama ne heyecan, ne heyecan, böyle çok önemli bir kitap satmıştık orda. Meninski (!!) diye bir adamın yaptığı, Türkçe sözlük vardı, her bir cildi şu kalınlıkta, yerden yüksekliği şöyle filan, Türkçe, Farsça Arapça, Latince, çok önemli elektriğin olmadığı zaman yapmış.. olağanüstü görseniz bitersiniz yani. Bir Japon aldı mesela onu. O zaman 900 liraydı yani satış fiyatı ve bütün böyle gazetelere haber olmuştu. 900 liraya kitap satıldı filan diye. Dört ciltti.

Bir Japon! Türk yok muydu? Türklerden kitap düşkünleri olmadı mı? Sayısı nereye vardı bu müzayedelerin?
O zaman Çelik Gülersoy bir İspanyol gezginin (Murenoo !) seyahatnamesini aldıydı. Böyle çok hoş heyecanlı bir şey olduydu, sonra devam etti böyle her sene.. 70’e yakın müzayede yaptım.

Librarie de Pera, bu ad nereden geliyor?
Şöyle.. bütün bu tarihsel geçmiş ve bu öykü.. 1900’lerin başından Otto Keil’den gelen bu öyküyü özetleyen Pera’nın kitabevi burası... Librarie de Pera, onu ben buraya giydirdim o ismi ben uydurdum.

Bu anlamı verdin ve ‘buraya giydirdim’ dediğin ‘Librarie de Pera’ adını da açan ve 1920’lerden buraya dek işleyen bu serüveni anlatan bir kitap yazmak nasıl olur Uğur Bey?
Bunları anlatan bir kitap yapabilirim tabii, daha çalışmak şartıyla, birazcık daha araştırma yaparak.. yani bir dönem, bazı dönemler var çok karanlık işte o Patriyakiyas kimdir tam olarak onu bilmiyorum, ondan sonra, bir de tabii benim burda otuz yıldan beri yaşamış olduğum şeyler var, bu kitabı düşünüyorum...

Ayrılma vakti geldi Uğur Bey! Bu ayrılık salt buradan ayrılık değil! Bay Nomidis ve kızı Talya.. bu olayın duygu yanıyla ilgiliyim, dedim beride. Müthiş bir kadın, dedin. Ben Talya Hanım’ı idol seçiyorum. Buradan ayrıldığımda, onun anısını yanıma alacağım Talya Hanım’ın anısı beni saracak ve sıcak tutacak. Ayrılmadan önce onu biraz daha tanıyalım ve yaşayalım,onu anarak onu bir an daha yaşatalım. Uğur Bey. Müthiş bir kadın! Yani inanamazsınız Tekin Bey! Bakın size şöyle bir şey anlatayım. Herhalde ölümünden bir sene önce bile değildi, beni aradı bir gün: ‘Uğur bey, dedi sizinle Doğubank’a gidebilir miyiz? Benim’ dedi ‘evdeki müzik aletim’ dedi ‘artık çok kötü sesler çıkartmaya başladı,’ dedi. ‘Güzel bir müzik aleti alalım sizinle:’ Biz kolkola gittik. Biz onunla flört ederdik, bir anlamda flörttü bizim yaşadığımız.

Uğur Bey flört sözünü Batılı anlamda algılıyorum...

Tabii tabii bu çok sosyal bir şey, çok beşeri bir şey, insan mahareti bu.. yani anlatabildim mi yani böyle bir şey, ondan sonra... biz gittik ordan böyle çok güzel bir şey... Mesela çok güzel şey dinlerdi klasik müzik dinlerdi falan, ondan sonra klasik müziği daha iyi duyabileceği, böyle orta sesleri filan daha iyi çıkartan, speakeri olan ona bir şey aldık, bir dünya paralar verdik.. yani yaşlanmadı kadın.

Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Miltiyadis Nomidis ve sahaflık tarihimizdeki yeri. Uğur Güracar söyleşisi; 48. yayın

Kitap meraklısı ile sahafı sahneye davet edelim. Bu konuyu düşünelim. Bir sahafın bir müşterisi oldu. Salt müşteri tanımı yetmiyor,’müdavim’ oluyor bir süre sonra.

Bunlardan birisi, her hangi birisi, o kendisine sayısı az olan kitapları ‘tedarik’ eden bir sahafı yakından tanımak istemez mi? O sahaf, sahaf olmakla birlikte midavim olanla sohbet tiryakiliği ile de yakındaştır artık.

Bu tür yakındaşlıklar, sohbet tiryakiliği; baba, oğul, kardeş bağlarından da öteye geçebilir. Böyle bir bağlamda, o sahafın bireylik tarihi ilginç olmaz mı bu müşteri/müdavim için, bunu merak ediyorum. Deneyimli sahaf Nedret İşli’nin bir betimi var. ‘Tekin Bey, çünkü niye, o ilk arayacağımız kişi bizim için, bizi hoşnut etmiş, bizi hiç kırmamış kişidir.’

'Size evet, iyi davranmış insan! Bu ne demek,' diye soruyorum. ‘Tabiii! İyi davranmış insan demek, şu demek, dolayısıyla kitap düşkününün biraz da bu tür şeyler yapması lazım,’ diyor. Kitap düşkünü/sahaf ilişkisinde bir sır var.

Bu sır da sahafı iyi tanımaktan geçer. Ben bir kitap sever olarak, yıllarını, ömrünü kitap olgusu içinde geçirmiş insanların bireylik tarihlerini merak edilmez mi?

Enderun Kitabevi’nde çıraklıkla işe başladım’ diyen engingönüllü bir sahaf Nedret Bey özel bireylik tarihi ile, bu ülkenin sahaflık genel tarihi içinde de bir yer açar kendisine. Onun ilk el sürdüğü kitap hangisi diye merak edilmez mi?

‘Ne istiyorsa onu alıp bulup vermek çok güzel benim için,’ diyen İbrahim Yılmaz’ın bireylik tarihi, bir kitap sever için ilgi çekmez mi? ‘Babamın kitapları bana kaldı ve onların kokusu beni çekti buraya getirdi,’ diyen Halil Bingöl bireylik tarihi, genel kitap severlerin de tarihinden bir parçadır.

“..hayatım boyunca burda türbedar gibi burayı bekledim,” diyen deneyimli sahaf, Uğur Güracar nasıl yaşadı ve yaşlandı ve tarih sahnesinden çekilirken geride kültürel varlık olarak ne bıraktı? Bunu kimse merak etmez mi?

Değerli İzleyici,

Miltiadis Noumidis, kimdir, bireylik tarihi nedir, merak edilmez mi? Burada yalın bir soru var! Ben kitap sever miyim değil miyim? İster Miltiadis, ister Talya Noumidis olsun, bu ülkenin değerleridir. Onlar Galata ve Beyoğlu’nun kitap/ sahaf tarinini de temsil ederler. Bu nedenle onların özel bireysel yaşamları ilgi çekmelidir.

Venetia konusunda fazla bir şey yok elimizde. Bunu nasıl açıklarız. Bugün yaşayan bir sahaf ki o bir kitap severdir de, yarın, bir on yıl sonra onun bu ülkedeki sahaflık tarihine katkısı ne oldu diye düşünmeyecek miyiz? Bu tür soruları uzatabiliriz. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantezi yeniden açalım ve Uğur Bey söyleşisi ile tarihin talihsiz bir oyunla bize bıraktıklarına yeniden dönelim. Bakın şimdi buradan nereye gideceğiz... Tarihin talihsiz bir yaklaşımı...
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 24 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluBu müze olan, yüz yılı kapsayan yerde bir Talya Nomidis yaşadı ve onu en son tanıyan kişi de Uğur Bey, nasıl oldu? Nomidis ailesini yakından bakabilirmiyiz?
Talya’nın babası Miltiyadis Nomidis, İstanbullu çok eski bir rum aile, Osmanlı zamanında kereste ticareti yapmış. Balkanlardan kereste getiriyorlarmış. Rus tebasına geçmiş ki, rahat ticaret yapayım diye. 1917’de Rusya’da devrim oluyor, bunlar, burda beyaz Rus oluyorlar. Bakınız şimdi işe, ondan sonra 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan ediliyor bunlar bin yıllık Bizans ailesi birden bire haymatlos oluyor.

Biraz mizahi fakat Mevlana Celalettin Rumi de bu demek, Romalı Celalettin. Öncesine gidelim Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi demek değil mi? T.C kimlikleri yok mu, olmadı mı?

Rumi.. Hıristiyan Roma evet.
Hiçbir şekilde Türk vatandaşı, TC kimlikleri olmadı bunların Tekin Bey. Bu toprakların en eski insanları...

Romalı Miltiyadis Nomidis Rumi.. TC kimliği istemedi mi?
Hayır istemediler değil, istediler, devlet vermedi. Vermedi tabii, Talya altı ayda ya da bir senede bir gidiyordu Kapıkule’ye bir şeyler damgalatıp geliyordu, 80 küsür yaşında. Yani korkunç bir şey, yabancıydı, Yunan vatandaşıydı sonra, bunlar Haymatlos olunca Yunan vatandaşı oldular bu sefer.

Mübadeleye bile uğrayacabileceklerdi miydi nerdeyse?
Nerdeyse! Fakat Miltiyadis, çok enteresan ha bir de, bunlar malum varlık vergisi hikayesi bütün varlıklarından oluyorlar bir haltları da kalmıyor işte, Gedikpaşa’da bir dükkan, Kurtuluş’ta bir apartman dairesi... Adam 40 küsur yaşında bu dükkanı kuruyor, ondan sonra.. ve 40 küsur yaşından sonra Almanca öğreniyor, ve dünyanın sayılı Bizantologlarından biri oluyor. Ben kitabını göstereceğim size, çok enteresan. Bakın bu, mesela Kariye Camii’nin ilk arkeolojisini yapan adamdır. İstanbul surları üzerine çok ciddi araştırmaları vardır, dünya Bizantoloji literatüründe ilklerdendir. İlklerden Alfons Maria Schneider işte Ernest Mamboury. Böyle bir adamdır. 40’ından sonra Almanca öğrenip, elinde metrelerle yerleri ölçüp.. böyle müthiş bir şey, müthiş bir şey yani olağanüstü bir başarı öyküsü. Birçok konunun ilk makalelerini ilk eserlerini yazmış bir adamdır...

Miltiyadis Beyoğlu sahaflık tarihinde bir köşe taşı. Ya Talya, o da sahaflık tarihinde zincirin önemli bir halkası mı?
Talya tabii! Bizans tarihi ile babası gibi çok ilmi bir ilişkisi yoktu, babasına karşı çok büyük bir sevgi ve saygı doluydu babasının yaptığı işlerin çok anlamlı, önemli olduğunun farkındaydı. Hayata çok bağlıydı, hiç yaşlanmadı Talya.

Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

23 Ağustos 2011 Salı

Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir Otto Keil ve başlayan Tarih ve Patriarchia, Noumidis ailesi ve Uğur Güracar.. söyleşi sürüyor: 47.yayın

Miltiadis Nomidis'in kızı olan Talya Nomidis'in dükkanı bir mücevher kutusudur. Uğur Bey'in kendi betimiyle :'Uğur Güracar o tarihte henüz bir üniversite öğrencisidir Büyük bir heyecanla bu asırlık dükkanı olanca dağınıklık ve karmaşasıyla ama muhteşem tarihi geçmişiyle devralır.'

Yıl 1984, Talya Nomidis seksen küsur yaşındadır.

Değerli İzleyici,

Bir tarih labirentine girdiniz mi, oradan nasıl çıkacağınızı düşünmeye başlayın ilk. Daha bu efsanenin kapısından içeri girmeden önce, oradan nasıl çıkacağınızı düşünün. Şimdi herkesin düşeş atacağı bir parantez açalım! Önümüzde bir tarih var. Konuyu daraltalım. Tarih tarih de nedir sınırları?

İnsanlar mı, insan mı? Roma İmparatorluğu, dedik. Böyle kocaman devasa bir konuyu burada kaldırmak olanaklı mı?

Dar bir alana sıkışmadan tarih olacak. Beyoğlu, Galata yine de büyük bir alan. Fakat sahaf ve kitap diye yola çıktık.

Şimdi bu labirentten yokuş aşağı olmasa da, yokuş yukarı ağır ağır çıkacağız ve Tünel'de bir yol bulup gün ışığına kavuşacağız. Belki de bilmiyorsunuz! Tünel Geçiti diye bilinen yerdeki dükkanların altında geçitler var. Hacer Hanım'ın dükkanları var. Kohen Kitabevi var.

Buralardan bir yerden, sıkış sıkış olmasa bile uygun bir yerden dışarı çıkalım. Hemen üç adım ötede Uğur Bey'in asırlık çınar gibi kültür evi duruyor. Dün yarım kalan söyleşiyi orada bir yöne doğru tarihe doğru kaydıralım.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 23 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluTalya Nomidis Kaç yaşındaydı o zaman Uğur Bey?
1984, Talya 80 küsur yaşında. 1956 doğumluyum gerisini hesap edin. Çok hoş bir insandı. Aristokrat bir rum hanımdı. Hiç evlenmemişti. O da babasından almış, babası bir başka Rumdan. Dükkanın hikayesi aslında çok enteresan.

Uğur Bey, sizin ağzınızdan, bu canlı tarihin canlı bir betimini alalım... Geçen yüzyılın başlarındayız... Evet!
1900’lerin başında Tünel civarında Otto Keil diye Alman ya Avusturya asıllı bir adamın adını taşıyan bir kitapçı var. Bu kitabevi o dönem İstanbul’un, belki bütün Osmanlı’nın en önemli kitabevi, çünkü Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir kitabevi. Hatta antetli kağıdın üstünde yazıyor. İşte; Hazreti Şehriyarinin Kitapçısı Otto Keil ya altında da işte Sir de la Meajeste de Sultan falan bu, günümüzde mesela İngiltere’de yaşayan böyle majestelerinin işte şarapçısı, majestelerinin, yani o bir kalite belgesidir. Saraya bakabilen hizmettir.

Uğur Bey, bu tarih İstanbul sahaflık tarihi, açalım mı...
Evet! Abdülhamit zamanı Osmanlı Sarayı’na kitap satan bir adam Otto Keil. Otto Keil’ı kuran, kurucu ortaklarından bir tanesi ki soyadı A. Plathner. Adolf olabilir, bilemiyorum, o 1920’lerde burayı bu dükkanı kuruyor. Bakın şu fotoğraf 1920'lerden kalan bu fotoğrafta da eski türkce tabelasında “Enva'ı Alaman Te'lifat ve Harita Kitaphanesi” yazmaktadır.

Uğur Bey burada geçen yüz yılın başlarına varan bir tarih var. Evet! Fakat Uğur Güracar'ı çarpan bir şey de var, nedir?
Bildiğim kadarıyla fiilen 1920’lerde kurulan fakat geleneği 1900’lerin başına, yani 100 yıl öncesine dayanan çok enteresan bir olgu burası esasında. Bu beni çok cezbetti hayatım boyunca ben burda türbedar gibi burayı bekledim.

İnsanı cezbeden ve bir türbedar gibi beklenen yer, burası bugün Librairie de Pera. Galip Dede Caddesi 8 numarada Uğur Güracar’ın yönetiminde sahaf kitapcı dükkanı. O zaman Galata Mevlevihanesinin bulunduğu cadde olması nedeniyle ‘Tekke Caddesi’ diye anılır. Eski adreste ‘Tekke Djaddessi 426’ yazılıyor. Fakat iş orada kalmıyor.Tarihin de bir ayıklaması var! Sonra ne olur, kim gider kim gelir Uğur Bey?

Sonra, Patriarchia diye bir rum aileye geçiyor, Patriarchia
döneminde romantik şiirler yazan enteresan bir adam, onunla iligli çok bilgim yok ama kitapları var bende, Atina’da basılmış, çünkü burdan çıkıyor Atina’ya gidiyor.

Otto Keil’in kurucu ortaklarından biri Plathner. Sonra, Patriarchia, yıl 1930 mu?

Bir on sene sonra Patriarchia 30’a kadar, evet 1940’da Nomidis’in burayı aldığını biliyorum Vakıflardan verilmiş olan kontratı bende.

Tarih ayıklaması dedim! Sahaflık tarihi işte Bay Miltiyadis de Atina’ya mı yolcu?
Hayır! Miltiyadis ölüyor, öldükten sonra oğlu Constantin var, o devam ediyor. O sıtmadan mı bir hastalıktan ölüyor, sonra kızı Talya, ondan sonra da bendeniz...

İşte tarih! Uğur Bey burayı müze yapmayı düşünür mü?
Başka bir parantez bu Tekin Bey, şimdi burası Vakıfların idaresinde bu bina. Burada rantlar yükseldi, burası İstanbul’un Soho semti gibi oldu, böyle New York’da Londra’da Soho vardır böyle, onun gibi bu rantt ortaya çıktı ve beni burdan çıkartmaya uğraşıyorlar.
Sürecek...

Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Miltiyadis kültür varlığı, onu sürdüren Uğur Güracar ve Romalı İmparator Constantinus dedik, bugün söyleşinin dayanılmaz hafifliğine geldik 46.yayın

Önümüzde kapalı bir tarih alanı var, dedim bir yerde.
Fakat bazı yerler alaca bir tan vakti gibi ağarmaya başladı. Elimizde Uğur Bey’in verileriyle biraz belge toplandı. Şimdi buralardan bir yerlerden, açık bir kapıdan içeri gireceğiz. Girmeden önce bu açılımı da açalım! Söyleşi nasıl olmalı?

Duran söyleşi tanımı var. Sıkıcı, tekdüze. Bir de akan söyleşi tanımı var. Karşılıklı ateş havası olur bu tür söyleşilerde. Su söndürmez bu tür söyleşideki alevleri. Yaratıcı veriler de böyle ortamlarda, böyle konuşmalarda ortaya çıkar. Bir giz daha var! Bu tür söyleşiler günce yazımı gibidir, maskeler aşağı iner biraz. Her birey kamuya dönük durunca maske takar. Bu söyleşilerde, bu biraz da resmi tarih görüşü gibi olan statik maske, asık yüzler sarsılır. Bu tür söyleşilerden yeni bir şey çıkabilir. Bu satırların yazarı bu türün peşinde koşuyor.

Başka türlüsü de olmaz. Söyleşide sentaks gramatik dizin esner ve özneler nesneler kayar. Fakat söz canlanır. Ateş gibi işler söz bu durumlarda. Böyle olmayacaksa, söz dizgin altına alınacaksa, söyleşiye ne gerek var kardeşler! Her sahaf otursun makalesini yazsın, uslu uslu. Değil mi?

Doğaldır ki bir de şu var! Bu yayınlanan söyleşiler, yine de belli bir düzenle rahle'i tedristen geçiyor. Hani bir bıraksak ucunu, kimse yetişemez. Bu anlamda söyleşiye katılanların içleri rahat etsin. Yetmişli yıllarda, Yansıma Dergisi genel yayın yönetmeni aramızda. Bu arkadaş bize kök söktürüyor, yazılanları sildiriyor sık sık, deneyim deyip duruyor bir yandan, öte yandan 'bağcıyı mı döveceksin, üzüm mü yiyeceksin' diye soruyor; içeride ne olup bittiğini tahmin edemezsiniz. Bununla birlikte diyor ki: 'Türkçenin konuşma romantizmindeki ritmini, kesmeyin.' İşimiz oldukça zor.

Özeti şudur: 'Söyleşiyi kelimesi kelimesine bire bir konuşma söz dizimine ait formatta yazıya dökmüş,' değiliz. Daha önce konuk olan genç kuşakla birlikte Halil Bey'in, Nedret Bey'in, İbrahim Bey'in, Püzant Bey'in ve son virajı dönerken canlı yayınla blog ekranına son günde konuk olan Uğur Bey'in kulakları çınlasın. Bıraktığımız yerden Uğur Bey söyleşisi ateşli bir coşkuyla sürüyor. Öğreneceğimiz çok şey var.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 22 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluAdam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle, başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.

Uğur Bey’de de böyle bir sorun oldu mu Uğur Bey?
Benim olmadı öyle bir sorunum.

Bu söyleşide konu, nirengi noktası Uğur Bey, kültür tarihi ikincil sırada. Şimdi otuz kırk bin kitaptan söz ediliyor o kadar büyük bir birikim var. Nasıl oluyor hanımla bu konu...

Kırk - elli bin benim şahsi kitaplığım değil, benim iki üç bin kendi şahsi okuduğum kitaplar ama.. bu kitabevinin elli bin belki altmış bin kitabı var. Zaman içerisinde oldu işte. Kitabı alış hızı, kitabı satış hızınızdan daha fazla olduğu için birikti.

Bu soruda nirengi noktası hanım! Evde itiraz sesi yok mu?
Evde durmuyor bunlar, depoda. Evde şöyle bir şey oluyor, benim kitapla kurmuş olduğum ilişki kadar yoğun ve romantik böyle sıcak bir ilişki kurmadığı için eşim, o.. o kadar benim kitaplarla yaşadığım mutluluğu o yaşamadı büyük ihtimalle.

Kadın ve kitap...rahatsız oluyorlar ya olmuyorlar.. Uğur Bey, kusura kalmayın çünkü bunun böyle bir yanı da var, kiminle söyleşsem bu soru çıkıyor ortaya kitap kimseyi paylaşmaya izin vermiyor.

Tabii, kitap çok tek kişilik birşey yani, birebir yaşanan bir şey. Tabii kitap şu! Nermi Uygur, biliyorsunuz felsefeci, onun çok güzel bir tabiri vardır, kitap tek kişilik bir yangındır der. Hakkaten kitabın böyle bir özelliği var, yakar insanı böyle tutuşturur. Kitabın yakıcı tutuşturucu özelliğinden ben de nasibimi aldım.

Bayan Nomidis.. bir hanımefendi olarak, ben bunun duygu yanıyla ilgiliyim. Bir kez bir bayan, bayanlarla kitaplar konusu ortada. Talya da bir kadın.. aristokrat fazla abartı olabilir, burjuva diyelim ona. Burjuva olması mı onun kitapla olan ilişkisini belirledi... Düşünüyorum. Fakat o başka birisi... Nasıl bir temas, bir böyle dokundu ve çekti Uğur Bey’i...

Öğrenciydim, Tekin Bey, İstanbul Üniversitesinde Siyasal Bilgilerde o zaman ve buranın müşterisiydim ve işte ikinci defa okuyorum, niyetim üniversitede kalmak akademisyen olmak ama işte o 12 Eylül sonrasının o saçma sapan kaotik ortamı, falan üniversite de bir tad tuz kalmadı, hayatta bir tek kitaptan anlıyorum hiç olmazsa kitapçılık yapayım, böyle işte. Yurt dışında kıymetli kitaplar satan sahaflar.. öyle bir hayal vardı kafamda. Dedim, böyle bir işyerim olsun.. Nerde olsun.. işte Tünel’de iki tane rum kadın aşağıda bizim Talya, yukarda Venetia vardı. O ikisinin sağında solunda bir dükkan bulursam ne kadar hoş bir şey olur filan falan. Neyse.. bir gün böyle burda, alışveriş sırasında Talya dedi ki bu dükkanı devredeceğim ilgilenir misiniz, dedi.
Sürecek....

Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

21 Ağustos 2011 Pazar

Miltiyadis Nomidis, sahaflık tarihi derken, Constantin I.'e, Roma İmparatorluğu ve İstanbul'a sıra geldi. Uğur Bey söyleşisi 4. bölüm; 45. yayın

Sözlü bellek diyorlar, ağız tadı anlatıcıları.
Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa, kişiden kişiye sözle giden ve bellekte kalan anlatıyı yapanlara eskiden kıssahan denirdi.

İyi de elindeki o kitap nasıl ortaya çıktı? Harf olma şansına erişen seslerle ortaya çıktı. Bu tümce şunu verir! Her ses harf olma şansına erişti mi? Elbette abece simgeleri değildir ilk keşif. İnsanlık keşif peşinde koşarken, neler oldu neler. Bir sesten öteki sese geçen notalar gibi bu evrilme, yıllar yılı akıp duruyor insanlığın belleğinde, kolay mı! Yazıdan önce abece, yazı sesten sonra gelir. Dahası var; yazı, insan sesi ile başlayan tarih felsefesidir.

Bir ses, tını, sonra bir daha, zincirin halkaları gibi tutunarak geldiler. Ses hızını aşan sözcükler, yazılıdır. Bir kitap elimize gelir de, nasıl, işte böyle çıkar gelir. Düşünceyi açıklayan ve onu aşan ses toplamıdır. Çok uzun bir yoldan geldiğini böyle anlarız onun. Ses olarak kalanlar yok olur çünkü. Dahi deliler ve veliler, ses yok olmasın diye yaşamayı bile unuttular. Seslerin toplamı olan kitaplar geride kaldı. Bu kitapların toplandığı yerlerden biri de Librairie de Pera. Pera Kitabevi. Kitabevinin tarihi 1900'lü yılların başına uzanıyor. Kurucusu Adolf Plathner. Alman asıllı bir levanten olduğu sanılıyor.

Değerli İzleyici,

Söyleşiler de arka arkaya geliyor. Söyleşi coşkusu başka. Ben söyleşi ateşi diyorum. Ayrıca Türkçe konuşma dilinde romantizm de var. Türkçenin doğal ritmindeki romantizm coşturucudur. Bizim insanımız yaşayarak capcanlı konuşur. Bu canlı, dinamik söyleşiler burada sürüyor. Uğur Bey'i biraz daha tanıdık. Geçende yayımlanan söyleşide iki, üç, dört ayrı koldan Beyoğlu sahaflar tarihine doğru yürüdük. Kitap, sahaf derken ne demek istiyoruz, bu söyleşilerin doğal akışı oraya doğru yol alıyor. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yer olan Beyoğlu'lundan sahaflar da geçti, diyebilmek için. Beyoğlu insan ve kültür tarihi hazinesi üzerindeki en güçlü halkaya sarılan vu bunu günümüze taşyan Uğur Bey yine karşımızda. Söyleşinin sıcak, canlı ritmini bozmadan birlikte izleyelim.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 21 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluConstantinus I., burayı boşuna mı başkent yapıyor...
Tabii Constantinus I burayı Neo Roma yapıyor.

Neden, burayı başkent yapıyor, Uğur Bey, buraya girdik!
O tabii bizim sahaflık konumuzun çok dışına çıkıyor ama..

Sahaflık ayrı bir tarih değil, konu sahafa bağlı, kitaba bağlı tüm bunlar.. bunları anlamadan kitabı nasıl anlayacağız. 400 yıl bildiğimiz kadarıyla Anadolu Latince yazıyor. Hıristiyanlığın doğuş yeri de Kapadokya. Büyük Basileios boşuna mı orada? Pagan Constantinus I. niçin burayı başkent yaptı; yazı, kitap, sahaf açısından önemli değil mi Uğur Bey?

Tabii yani Hıristiyanlığın varolduğu ve Roma sistemiyle temas kurduğu yer burası, Anadolu yani. Paganizmin büyük bir olasılıkla bunda çok büyük etkisi var diye düşünüyorum şundan dolayı: Batı Roma’nın baş şehri olan Roma’da o zaman bir geçiş dönemi var. Roma’nın hıristiyanlığa doğru geçişi, ya da hıristiyanlığın Roma’ya geçişi diye bir şey söz konusu ve Roma’da kurulmuş statüler var diye düşünüyorum. Orda belki çok güçlü pagan aileler, pagan oluşumlar var. Ve onlarla mücadele etmek yerine Constantin I. Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş bir idari yapıyı Roma’dan daha uzak bir yerde kurmayı tercih etmiş olabilir diye düşünüyorum ve bunu çok doğru görüyorum. Ayrıca, Constantinopolis, yani burası birçok açıdan coğrafi olarak Roma’dan çok daha olanaklı. İşte bir doğal limanı var Haliç gibi, zaten bu en son Yenikapı deniz kazılarından sonra şehrin tarihi milattan önce 8000’lere gitti, düşünebiliyor musunuz, Romalılardan önce.. korkunç bir şey. yani dünyada böyle bir şehir yok...

Evet işte üç imparatorluk geçirmiş böyle eşsiz bir başkentte kitaplar ve sahaflar oldu. Bir yazar olarak diyorum ki kitap arkeolojisi de olabilir mi?

Kitabın arkeolojisi olabilir tabii, sosyolojisi de olur, kitabın her şeyi olabilir. Bir olgu yani kitap her şeyden önce, onun kültür tarihi içinde bir yeri, tarihi var onun teknolojisi var onun sosyolojisi var insanın kitapla kurduğu ilişkilerin kategorileri var, biblioman diyoruz mesela, manyak diyoruz psikolojisi de var demek ki dolayısıyle, kitabın arkeolojisi niye olnasın.

‘Biblioman diyoruz mesela, manyak...’ Kitap hayranları için ya da kitap düşkünleri için ilginç şeyler söylendi mecnun, tanımı kullanıldı, kimileri de aynen böyle manyak diyor.

İşte manyak, işte şey yani frenkçesi.. arapçası mecnun..
Arapçası, Türkçesi.. Türkçesi işte düşkünü.. tabii orda bir durum var, manik bir durum var, mecnun olmak manik durumla ilgili...

Erkekle kadın arasında manik fark var mı Uğur Bey?
Var! Erkekte daha çok manik. Biz şöyle trajik öykülerle de karşılaşmışızdır, ‘allah gecinden versin derler,’ adam ölür, birkaç gün içerisinde kitaplığı sahaflar çarşısına gazlanır giderdi. Ben bunlara çok şahit oldum.

Adam ölünce bu kesin olur, ya da olurdu değil mi?
Şurdan başlayım, benim şimdi siyasalda okurken, hocam rahmetli Tarık Zafer Tunaya’ydı, çok önemli bir anayasa hukukçusudur biliyorsunuz. Derdi, işte.. çocuklar, kitabın üç tane büyük düşmanı vardır, bir tanesi su, bir tanesi ateş, öbürü de ondan sonra kadın derdi. Yani söz meclisten dışarı şimdi şurdan başlayım, orda kadınları da anlamaya çalışmak gerekli aslında. Yani haklılık anlamında söylemiyorum ama aslında orda..(kitabın çok dışına çıktık başka bir yere gittik.) insan işte yanlış insanların beraberlikleri.. fazla seçenek yok, o konuda hiçbir çaba harcamaksızın pat diye ya beşik kertmesi ya görücü usülü, ya geleneksel usullerle beraberlikle başka insanlar başka dünya kuruyorlar. Adam da kendine kitapla bir dünya kuruyor.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Sahaflar Tarihi diyoruz! Tarih serüveni kesik bir yerden ötekine atlamaz. Uğur Bey söyleşisi; 3. bölüm: 44.yayın

Beyoğlu sahaflar tarihine daha yakın bir yerdeyiz. Salt sahaflar da değil, Beyoğlu insan ve kültür tarihi de burada. Gerçekten de bir hazine üstündeyiz. Aralık, 2009’da başladığımız kitap sahaf Beyoğlu arkeolojik kazılarında bir bulgudan ötekine yürüye iz süre buraya geldik. Zincir halkaları diyorum, işte bu nokta da güçlendi.

İki gün önceki yayında kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisinde hazinelerden, definelerden söz ettim. Kırk yıllık sahaf sözüne aşağıda açıklık vereceğim.

Talya Nomidis, 1984'te dükkanını gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar'a devreder, bir belge. Bu belgede ‘gedikli müşteri ve müdavim’ sözcükleri var.

Bu ne demektir? Tarih serüveni kesik bir yerden ötekine atlamaz. Bir şeyin içinde sürer oluşan öteki süreç. Bu bireylik de olur kitlesel de. Bireylik, öteki bir bireyin yaşamı içinde yoğrulur. Zincirin halkaları bireylik sarmalında iki, üç, beş vb. kez farklı yerlerden her iki bireyi de dokur. Dokur, dokumak eylemliği düpedüz. Kilim dokumak diyelim.

Güracar, farkına varmadan belki, Talya Hanım’ın öğrencisi olmuştur. 1984'te dükkanını müdavimlerinden Uğur Bey'e devreden Talya Hanım, o gün 29 yaşında olan Uğur Bey'in oraya her gelişinde ve belli bir süreç boyunca, bu genç adamın bireyliğini inceden inceye dokumuştur. Karşılıkllı bir oluşumdur bu, fakat güçlü olan ötekini etkiler. Böylece, eksik 'kırk yıllık sahaf' sözü doğrulanır. Sahaflar tarihi diyoruz. Yaşanan dönemi paylaşanlar arası rekabeti biliyor muyuz?

Yazarlar, ressamlar böyledir. Çağdaşlarını görmemek ve onları göstermemek bu ülkede bir gelenektir de. Bunu neden söylüyorum! Nomidis, Nomidis diyoruz da, onun nerede doğup yaşadığını, geride ne bıraktığını biliyor muyuz?

Aralık 2009’da başladığım kitap sahaf Beyoğlu arkeolojik kazısında, yoğun kazı yapan yorgun arkeologlar gibi ancak ve güç bela Nomidis dükkanına daha dün geldim.

Talya Nomidis diyoruz, Uğur Bey diyoruz, bunların bireylik tarihleri ile oluşan sahaflık tarihimizi göremiyoruz. Bu olay Uğur Bey olayı değil, Beyoğlu sahaflık ve kültür tarihidir. Talya Hanım neden önemlidir? Babası olduğu için değil, Beyoğlu sahaflığının en güçlü halkası Miltiyadis Nomidis'in kültür varlığı olan sahaf dükkanını sırtlanmış ve bir bayrak yarışı gibi getirip yeni bir koşucuya bu bayrağı gururla ve onurla vermiştir.

Böyle ise zincirin tümüne bakacağız. Arada zayıf halkalar, güçlü taşıyıcı halkalar var. Nomidis ailesi en güçlü halka. Uğur Bey bu en güçlü halkaya takılmış. Beyoğlu insan ve kültür tarihi burada ve bir hazine üstündeyiz,’ dedim.

Şimdi bu vargımın adresi çıktı ortaya. Diyeceksiniz ki bundan ne çıkar, birkaç ayrı şey çıktığını bu kısa deneme ile gördük. Sahaflar tarihi, bireylik tarihi değil, Beyoğlu insan ve kültür tarihidir ve böyle olduğu için bireylerle yükselen bir hazinedir. Söyleşiyi izliyoruz.
Sevgi içtenlik...

Tekin SonMez, 20 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluUğur Bey, sahaflıkla ilgili bir alana geçersek, sahaf neyle ilgileniyor ya da sahaf nasıl oluyor?

Sahaf eski kitapla ilgilenir, sahaf tabii Arapça bir kelime. Sahaf, sahifeden geliyor, malum. Kitap, yani.. kitap, sahifeler.. çünkü eskiden, kitaptan evvel sayfalar vardı, yapraklar vardı, bilmem.. formalar vardı. Filan falan.. papirüsler falan, böyle, ordan.. sahifeden gelen bir şey. Sahaf, sahifeleri toplayan filan bir adam belki bilemiyorum, o da olabilir. Yani bunlar somut bilgi değil, bir yerden aldığım. Ama düşünüyorum, neden kitap, çünkü kitap da Arapça, sahife de Arapça. Neden sahaf, çünkü sahaf, eski yeni ayırt etmeksizin kitapçının karşılığı uzun yıllar, yani yüzyıllarca daha doğrusu. Arapça kitapçı diye bir kavram yok, sahaf diye bir kavram var. Kitap satan insan sahaf, çünkü o zamanlar zaten matbaa diye bir şey de yok, el yazısı mel yazısı.. bu el yazısı olan şeyler sonuçta ya 200 sayfa ya birkaç forma vesaire vesaire... yani çok sahifeyle ilgili bir dönemden gelen, çok eski bir kavram, sahaf. Bugünkü anlamıyla eski kitapla uğraşan adam demek.

Sahife, sahaf sözcüklerinden dil konusuna döneceğim. Bir önceki söyleşide ‘..belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma.. ve Uğur adı Roma’dan gelen isim, Roma lisanında bir keşiş aslında,’ dedin. Roma’nın lisanı Latince değil mi?

Latince, Latince. Roma lisanı tabii Latince. Bizim burda hayatımızın bir çok şeyi Latince ve biz bunun farkında değiliz. İsimlerimiz, otlarımızın ismi, hayvanlarımızın ismi.. o kadar çok şey var ki, Latince. Bu ülke böyle biz bu referanslarımıza doğru gitmeye kalktığımızda, önümüze tabii korkunç şeyler çıkıyor. İşte bu Türkistan sentezleri, malum hikayeler. Bu ülkede Türk de var Hıristiyan da var, her şey var. Zaten bu ülkenin özelliği ve güzelliği ve zenginliği burda. Fakat arkamızı döndüğümüz zaman, bu işin Roma’sına, çok şey kaybediyoruz, öyle böyle değil yani çok şey kaybediyoruz. Çünkü sonuçta bu topraklardaki Müslüman gelenek, 1071’den ya da 1000’li yıllardan itibaren diyelim, öbür taraf milattan önce 3000’den başlıyor. Şimdi.. işin matematiği de böyle bir şey.
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

19 Ağustos 2011 Cuma

Beyoğlu sahaflar tarihine doğru gidiyoruz. Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi sahibi Uğur Güracar söyleşisi sürüyor; 43. yayın

Miltiyadis Nomidis'e en yakın yerdeyiz. Hani sanki bir hazine var da, bir aletle yerden ses dinliyor, elektro manyetik ölçümle arazi keşfi yapıyoruz.

Defineciler modernize olmuşlar, toprağın ruhunu bile elekten alıyorlar. Hazineler gittiğine göre geride ne kaldı? Kitaplar... Kırk yıllık sahaf Uğur Güracar söyleşisi belli bir kıvamda devam ediyor. Miltiyadis Nomidis ile tanışmamış, fakat onun kızı Talya ile tatlı anıları var Uğur Bey'in. Ben inanıyorum, bir gün Nomidis ailesi ve Beyoğlu sahaflık sanatı diye bir konferans olacaksa, Uğur Bey sahneyi dolduracak. Şimdiden alkışla onu buradaki blog sahnesine alıyorum. Nomidis ailesi kaç yıldır bekliyor, biraz daha beklesin bu satırların yazarını.

Uğur Bey'i biraz daha tanıyalım. Geçende yayımlanan söyleşide tuhaf bir soru, barikatları aşarak Uğur Bey'e sokuldu. Ben de durduramadım bu tuhaf soruyu.

'Günümüzde Türkiye’de sahaf var mı Uğur Bey?’ Bir kahkaha tufanı ile: ‘Günümüzde sahaf! Bendeniz, işte sahafım. Hasbelkader sahafım yani..işte' dedi Uğur Bey.

Bu karşılaşmadaki içtenlikli hava, söyleşiyi kitapların da hoşnut kalacağı bir yere alıp götürdü. Librairie de Pera adlı sahaf kitabevi sahibi Uğur Bey söyleşisini izliyoruz. Efsaneler zincirinin yaşandığı bir yerdeyiz.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 19 Ağustos 2011, Pera, BeyoğluKitap nasıl algılanmalı, nasıl tanımlayalım Uğur Bey?

Kitap, şimdi, çok yönlü bir obje bir olgu. Yani bunun o kadar çok yönü var ki, mesela kitap para eder, para etmesi yönünden onu satacak tüccarı ilgilendirir. Kitap eğlencelidir, renklidir, göz alıcıdır, insanın görselliğini tatmin edebilir. Adam fetişisttir, kitapla öyle bir ilişki mesela kurabilir. Fetişist derken salt cinsellik bağlamında bahsettmiyorum, ayrıca, bu.. kitabın cildi bir fetiştir, kitabın hurufatı bir fetiş olabilir, kitabın macerası da ayrı bir fetiş olabilir, kitabın ortaya çıkması... Örneğin şimdi siz bir edebiyatçı olarak... belki sizin ilk kitabınızın ortaya çıkması... yani, mesela fetiş niteliği var. Yani, Tekin Sönmez’i Tekin Sönmez yapan şeydir o. Dolayısıyla böyle ilk baskılar dediğimiz, böyle bir alem vardır mesela, o bambaşka bir şeydir. O arkasında öyküsüyle beraber gelen bir kitap dünyasıdır.

‘Hasbelkader sahafım!'. Uğur Bey sahaflıktan pişman mı?

Yoo, asla pişman değilim. Asla pişman değilim. İstediğim bir şeyi yapıyorum, mecbur kaldığım için yapmıyorum. Ben aşağı yukarı otuz seneden beri bu işi yapıyorum. Usta çırak ilişkisi dolayısıyla tebaruz ettiğim bir işi de yapmıyorum. İşte, hem mühendislik okuudum, hem siyasal bilgiler okudum, ama ne bir dakika mühendislik yaptım, ne bir dakika kaymakamlık yaptım, ya da işte mal müdürlüğü yaptım...

Kitaplar belki ikisini de aşıyor ve zorluyor Uğur Bey’i...

Tabii, yani bu ülkede bu işi yapmak gerçekten zor. Rahmetli Çelik Gülersoy’un böyle çok karamsar saptamaları vardı bu ülkeyle iligli, burası bir kültür çölü filan derdi. Ben hatta bir gün kendi yaptığım işle iligli olarak Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorum demiştim, o da körler mahallesinde ayna satmak daha doğru, dedi ki böyle matrak da bir adamdı.

Bu çölleşme düşüncesi! Neden? Roma, arkasından Bizans. Osmanlı, üç imparatorluk burası...

Şu an, şimdi siz o kadar doğru ve gerçek bir şeyden bahsediyorsunuz ki, Roma diyorsunuz. Bence belki yüzde doksanımız Roma, Bizans da değil, Roma. Benim adım Roma ismi biliyorsunuz Uğur adı Roma’dan gelen isim Augur’dan gelir mesela. İşte kahindir, olumlu şeylerin haberini veren kahin kuşudur. Ordan Fransızcaya geçmiştir, İtalyancaya, Almancaya geçmiştir. Augur, Roma lisanında bir keşiş aslında...
Sürecek...
Söyleşi: 12 Ağustos 2011, İstanbul, Beyoğlu
Fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez